26 Eylül 2010 Pazar

Başıma T(y)aş Düştü!



Bazen hayatı çok fazla ciddiye aldığımı düşünürüm. Sanki bir yanlış yaparsam o dünya başıma yıkılacakmış gibi gerilir, stres yaparım. Saçmalamamaya, ilk seferinde ve her seferinde doğru yapmaya şartlanmış olarak, gerilir, herşeyi kontrol altına alırım.
Sanki günün her saatini, günü gününe, mantıklı ve sağlıklı yaşamak zorundaymışım gibi, sırtıma yüklediğim onca yükle yola çıkan, riski en aza indirmek için hiç bir yere termometresiz, hırkasız, yağmurluksuz, ve paraşütsüz gitmeyen insanlardanım.
Mükemmel olmak zorundayım. Mükemmel insan, mükemmel eş, mükemmel anne, mükemmel iş kadını, mükemmel arkadaş, mükemmel kadın, mükemmel, mükemmel, mükemmel....
Oysa 40 yaşın başıma bir taş gibi inivermesiyle, birdenbire sarsıldım. Yaşadığım hayatın envanterini çıkarıp önüme serivermiş buldum kendimi. Mükemmel bir tablo çıkacağını sanıyorken, karşıma çıkan yorgunluklar, bitkinlikler, hayal kırıklıkları, cesaretsizlikler, saçmalamalar, hırslar, tutkular, şanssızlıklar, yalnış tercihler, gereksiz kazanımlar,zaman kayıpları beni hayatın gerçeğiyle yüzyüze bırakıverdi.
Yaşadığım onca yılın ardından hatırlanmaya değer anların sayısına baktığımda hayal kırıklığı yaşadığımı itiraf etmeliyim.



Şimdilerde daha çok yalnış yapmaya cesaret eder oldum. Şimdi yaptıklarımdan daha çok saçmalamaya, hayatı daha az ciddiye almaya, daha fazla dağa tırmanmaya, daha çok nehirlerde yüzmeye, ağaçlara sarılmaya, doğan günle güneşi karşılamaya, batan güneşe el sallamaya, çikolatayı ıspanaktan daha fazla yemeye, daha çok fotoğraf çekmeye,fıkra anlatmaya,daha çok yalınayak çimenlerde dolaşmaya, dokülen yaprakların üzerinde yürümeye, papatya toplamaya, daha çok dans etmeye daha çok zaman ayırmaya karar verdim.


Şimdilerde onca yaşın yorgunluğunu çıkarıyorum, şükrediyorum, sadece güzel olan anlardan oluşması için çaba harcayacağım biraz zamanımın kalmış olduğuna.
Sevgilerle DS

19 Eylül 2010 Pazar

Uyandırın Beni

Yaramaz çocuk doğa, durgunlaştı, belki de olgunlaştı. İçinde ne fırtınalar esiyor bir bilseniz. Rüzgarından, denizi şikayetçi.Dalgalar sinirli vuruyor sahile,

Yoruldu yaz mevsiminin deli dolu koşuşturmalarından. Artık biraz dinlenme, biraz huzur zamanı geldi.

Güz mevsiminin börülceleri

Bal kabakları tarlalarında,

Hurmaları ağaçlarında biterken, yavaş yavaş meyveler ayrılacak yuvadan, yapraklar dönüşecek renklerinden sonra da terk edecek mekanı,

Siz tabiatın çocukları, siz yine de kanmayın aldanmayın yabancı bahara, ama dökmeyin yapraklarınızı da, tükenircesine,
Bakın o çam ağacı teslim oluyor mu kara kışa?


UYANDIRIN BENİ

Bahçemde ki çınar ağacı,
Soyunuyor, soyundukça.
Çıkarıyor sarı iç çamaşırlarını,
Korkuyorum çıplak kalacak,
Üşüyecek,
Serin kış rüzgarından koruyamayacak kendini.

Oysa ne güzeldi yeşil tuvaleti,
Ne yakışmıştı.
Nasıl da uçuşurdu etekleri
Yakışıklı rüzgar hafifçe okşadığında.

Yazın ihtişamı çabuk geçti oysa,
Yakışıklı rüzgar gösterdi gerçek yüzünü.
Şimdi ne kadar da sert,
Ne kadar kırıcı
Artık kuşlar da konmuyor kollarına,

Şimdi uyumak istiyorum çınar,
İlk kardelen başını çıkardığında,
Uyandırın beni.
Ardıç kuşu gelip pencereyi tıklattığında,
Badem ağaçları tomurcuğa döndüğünde
Ballı babalar çiçek doğurduğunda,
Uyandırın beni.

Bahçemdeki çınar ağacı yeşil elbisesini giydiğinde
Uyandırın beni.
DS

6 Eylül 2010 Pazartesi

U2 360° Avrupa Turnesi



Öyle kolay kolay denk gelmez, farklı dillerden, farklı kültürlerden, farklı dinlerden 60.000 e yakın insanın tek bir ağız olup aynı şarkıları yürekten çığlık çığlığa söylemesine tanık olmak.
Dün gece U2 konserinde işte ben bu güzelliğe tanık oldum.Anladım ki korku, endişe, ümitsizlik ve acı veren, her türlü şiddet, terör ve savaşın sona ermesi için insanlığın, sevgiye, barışa, dostluğa, eşitliğe, özgürlüğe, kardeşliğe, adalete, hoşgörüye kısacası U2nun dediği gibi, "BİR" olmaya ihtiyacı var.

***
"Daha iyiye mi gidiyor, yoksa aynı mı hissediyorsun?
Senin için herşeyi kolaylaştıracak mı bu, şimdi suçlayacağın biri var?
Diyorsun ki bir sevgi, bir hayat, tek bir şeye ihtiyaç duyunca gece.
O tek bir sevgi, paylaşmamız gerek
Seni bırakır gider, eğer önemsemezsen.."

"The 360° Tour" sloganıyla tüm Avrupayı konserleriyle büyülerken, son durakları İstanbul'da rüzgar gibi estiler. Gurubun şimdiden efsane olmuş solisti Bono “İstanbul'da bir dinleyici kitlemiz var. O sıradışı şehirde, o sıradışı kültürde. Öylesine karmaşık, öylesine büyüleyici bir kültürde. Umarım şarkılarımızı dinleyenler vardır. Umarım normalde radyoda şarkılarımızı çalmayanlar, şarkılarımızı çalar. Böylece şarkılarımız öğrenilir. Ve umarım konserimizi izlemeye gelenler, hayatlarının en güzel gecesini geçirirler. Çünkü sahneye çıktığımızda bunu istiyoruz. Bizim için her gece, hayatımızın en güzel gecesi. Sahneye bu düşüncelerle çıkıyoruz. Dördümüz için çok özel bir duygu. O kimyayı yakalamak... demişti.
Ne güzel tarif etmişti İstanbul'u. O karmaşık, büyüleyici kültürde Bono'nun söylediği şarkıları dinlemeye gelenler, hayatlarının unutulmaz gecelerinden birini geçirdiler. Olimpiyat stadını dolduran herkes "Bir" olmuş,
***
"Gör dünyayı, yeşil ve maviler içerisinde
Gör çin'i, tam da önündeki
Gör kanyonları, bulutla bölünmüş
Gör tuna kuşlarını, gökyüzünü süpüren
Gör gecede ışıldayan bedevi ateşini
Gör petrol kuyusunun ilk ışığını
Ve gör ağzında yaprak taşıyan kuşu
Tüm renkler geçip gitmeden... "
çığlık çığlığa her birinin kalbinde aynı şarkının sözlerini haykırıyordu.

360 derecelik bir görüş alanı sunan sahnenin büyüleyici görüntüsü ayrı bir büyülü atmosfer yaratıyordu.Bu muhteşem prodüksiyon Willie Williams ve mimar Mark Fisher imzasını taşımakta ve şimdiye kadar tasarlanan en etkileyici sahne olma özelliğine sahip. Değişik renklerde ki spotlar, ışık ve ses sistemleri, subwoofer ve değişen görsel desteklerle günümüz teknolojinin, insan yaratıcılığıyla birleştiğinde neler yapabileceğine şahit olduk ve inandık ki yaratılan her güzellikte her kötülük gibi yine insanın elinde. Hangisini istediğine bağlı.
İnsanlığın el ele güzeli yaratması çok uzaklarda değil. Yeter ki Onu yaratmayı tüm kalbiyle istesin U2'nun bütün şarkıları dillerde türkü, yüreklerde ülkü olsun.

2 Eylül 2010 Perşembe

Datça'da Sarıca Yaz


İlk gittiğimde yıl 1993tu. Marmaris'e kadar yol çok uzun gelmiş, sıcaktan bunalmış yorulmuştum. Eşim az kaldı dedi.Marmaris'ten sonra geldik sayılır....
Oysa ben hemen geleceğiz sanmıştım. Bırakın hemen gelmeyi, korku filmi gibi. Viraj üstüne viraj üstelik dağların tepelerinde daracık bir yol, bir arabanın dahi zor geçtiği. Manzaranın güzelliğini görecek halim yok. Kartal yuvalarının yanından tek tekerleğimiz uçurumda geçerken, karşıdan araç gelmesin diye dualar ediyor, bir taraftan da gözlerimdeki yaşları gizlemeye uğraşıyordum. Ne kadar böyle sürdü tahmin bile edemiyorum.Kan ter içinde kalmıştım.Tamam bitti geldik derken yol tekrar kıvrılıyor, yine bir tepe yine bir viraj. Ağlayarak "Birdaha beni buraya hiçbir kuvvet getiremez" dediğimi hatırlıyorum.

Gidiş o gidiş tam 16 yıldır her sene gitmek için can attığımız, havasını, suyunu, balını, bademini, balığını tatmadan duramadığımız DATÇA, bizim yeryüzündeki cennetimiz oluverdi. Çocuklar orada büyüdü. Bir gün herşeyi bırakıp orada yaşamak isteği, her daim hayallerimizi süsledi. Hala süslüyor. Ne zaman biraz bunalsak, sadece gözlerimizi kapatıp, tatlı tatlı esen kuzey rüzgarının okaliptüs narpız ve kekik karışımı kokusunu burnumuzda duyar, engin derin, koyu mavi denizinin serin suyunu tenimizde hissedince dahi mutlu oluruz.
Yel değirmenlerine geldiğimizde arabanın camından başımızı çıkarıp avazımız çıktığı kadar bağırırız. "Datça biz geldik" Kimyamız değişiverir. Havasının öyle bir bileşeni vardır ki beynimize mutluluk pompalar sanki.Apollon, Afrodit, Demeter gibi ölümsüz tanrılar gibi, uzun gümüşi yapraklı ölmez denilen zeytin ağacı da ölümsüz otu da mesken tutmuş güzelim Datça'yı. Hangi bir güzelliği anlatsam, Eski Datça'nın taş evlerini, kabak çiçekleri dolu bahçelerini, arnavut kaldırımlarını, uyuklayan kedileri mi, cuma akşamı kurulup ertesi günün akşamına dek devam eden pazarında satılan taze sebze meyvelerin, peynir bal bademin, datça dokuma bezlerinin zenginliğini mi, hayatımda yediğim en büyük ama lezzetli barbunları mı bahar ayında çiçek açan bademlerin güzelliğini mi, lezzetini mi, her biri birbirinden eşsiz bakir koylarını mi, sanki doğal eczane olan florasını mı, Knidos fenerinin altında güneşin kendini denizin kucağına bırakışını mı yoksa Kargı koyunda akşam güneş çekilirken, denize karşı satsuma ile içilen serinliği mi?
Ben anlatmayayım iyisi mi Datça'ya giderseniz anlarsınız.

Şimdilerde Datça'da Sarıca Yaz başladı.Senenin yorgunluğunu Datçanın serin sularına bırakıp, ruhlarını yıkayan kalabalık yaşam sevinçlerini bavullarına doldurup şehirlerine çekilince başlar Datçanın Sarıca yazı.Bu dönemde poyraz bir anda yükselir, ani bir sıcaklık başlar ve poyraz dinip meltem esmeye başlar. Benim ruhum da sarıca yazı yaşıyor şu sıralar. Poyraz dindi,meltem esiyor artık ruhumda. Hayallerimde Datça, kalbimde aşk. Datça'ya gidesim var.

Bu arada geçen yaz okumuş çok keyif almıştım, sizlerle de paylaşmak istedim. Okurken sayfaların arasında kendinizi Datça'nın güzellikleri arasında buluvereceğiniz bir roman yazmış Özlem Tangut. Ben çok severek okudum.
Sevgiyle kalın

1 Eylül 2010 Çarşamba

İmkansız(!) Periler


Hiç tereddüt etmeden bir 10.- TL karşılığında aldığım, okuyunca yokluklara, zorluklara, olanaksızlıklara inat, imkansızı başaran hayatların çabasına, mücadelesine tanık oldum. "İmkansız(!) Periler" isimli kitaptan bahsediyorum.

Bu kitabın hikayesi, bundan üç yıl önce, Metro Marketler Grubunun önce, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği ve Milliyet Gazetesi işbirliği ile hayata geçirilen bir toplumsal sorumluluk kampanyası “Baba Beni Okula Gönder” kapsamında 1000 kız çocuğunun eğitim masraflarını üstlenmesiyle başladı. 2008 yılının aralık ayında ilk baskısı yapılan kitap projesi, bu çocukların yaşadığı yerlere gidilerek, izlenimlerin kaleme alınmasıyla hayata geçti. İşte "İmkansız Periler" adını verdikleri bu kızların hikayeleri böylece ortaya çıkmış oldu.

Her bir kız çocuğunun hikayesini yüreğim burkularak da olsa okudum, okudukça karşımda farklı pencereler açıldı,her pencerede bu zorlu ama umut veren yaşamların gelecekte birer ışık olacaklarına olan inancım arttı. Bilimsel ve teknolojik her gelişmenin temelinde bilginin, eğitimin ve öğrenimin bulunduğuna içtenlikle inanan biri olarak eğitim ve öğretim ile ilgili hakların, insan hakları alanında çok önemli bir yere sahip olduğu inancındayım. Hukukun temel ilkeleri, uluslararası antlaşmalar kapsamında anayasamız, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Bildirisi vs., "Eğitim, öğrenim hak ve özgürlüğünün" sağlanmasını ve bütün insanların özgürlük içinde, eğitim ve öğrenimden faydalanmalarını şart koşarlar. Her insan eğitim hakkına doğuştan sahiptir ve bu hak hiçbir sebeple elinden alınamaz. Peki ya imkansızlıklar, yoksulluk sebebiyle okuyamayan % 55'in bu en önemli hakkını veremeyen devletin sorumluluğunu bir kenara koyduğumuzda, bizler vicdanımızda hiç sorumluluk hissetmiyor muyuz?

Okuduğum her satırında geleceğimiz olan bu yürekleri, cehaletten çekip çıkartabilmek için koyulacak bir tuğlanın taşıyıcısı olmak isteği artarak çoğaldı.
Şimdi işte size bir fırsat! En az bir on liranız vardır eminim. İster kitapçıya gidin (D&R) ister internetten online alın. (www.dr.com.tr, www.pandora.com.tr ve www.kitapyurdu.com sitelerinde satılıyor)

Bir 10 TL'yi nerelere ve ne kadar boş şeylere harcadığınızı bir düşünün..