25 Mayıs 2011 Çarşamba

Kedilerin Günlüğü

Bizim yaramazlar. Birbirlerine anne-çocuktan çok iki arkadaş oldular
Ufaklık çok hareketli ve meraklı. Evde burnunu sokmadığı birşey kalmadı. Bu huyu sebebiyle başı çoğu kez derde giriyor.
Kızımız ise annelik bir tarafa zaman zaman oğlunu bırakıp kendine özgür zamanlar yaratma derdinde. Kapının her daim önünde bulabilirsiniz onu. Dışarı çıkmak, biraz hava alıp, dolaşmak, kuşalarla kovalama oynamak derdinde.
Ufaklık ise büyüyor.
Bakmayın böyle masum masum duruşuna. Uykudan yeni kalktığı için böyle.
Biraz mahmurluğu attımı üzerinden başlıyor yapılacak ne yaramazlık var diye düşünmeye.
Kedilerin günlüğünü beraber yazıyoruz mesela.
Blog yazılarını okurken ben, ekranın önünde. İlginç gelen her şeyi incelemekte.
Annemiz çok şikayetçi bu kadar meraklı hareketli bir çocuğu olmasından çok tedirgin. Başına kötü birşey gelmesin diye gözlerini dört açıyor. Gözleri hep oğlunun üzerinde. Çok iyi bir anne oldu aslında.
Küçük yaramaz çok tatlı çok.
Oğlumuz meraktan oraya buraya koşuşturmaktan, annemiz de dışarı çıkma ümitleri suya düşünce beklemekten yorulup uykuya yattılar.
İşte böyle bizimkilerin günlüğü...

21 Mayıs 2011 Cumartesi

Güvercinler



Güvercinler
Masonit tuval üzerine yağlıboya,
50x60cm ©Mayıs 2011, DS

Güvercinler şehrin kalabalığında, ürkek ama bir o kadar özgürce yaşarlar. Çok uzaklara uçsalar bile yönlerini kolaylıkla bulabilirler.Erkekle dişi güvercin birbirlerine çok bağlıdırlar, eşlerden biri bir kazaya uğrayacak olursa, ötekinin yeni bir eş kabul etmesi uzun bir zaman alır. Güçlü ve hızlı uçucudurlar. Yuvaları derme çatma bir yapı olsada anne ile baba sırayla kuluçkaya otururlar, erkeğin kuluçka nöbeti genellikle gündüz, annenin ki ise gecedir. Yavrular yumurtadan çıktıktan sonra güvercin sütüyle beslenirler. Bu eşsiz madde, anne güvercinin kursağının zarı tarafından salgılanır ve yavruların ağzına püskürtülür.Doğanın mucizesi, mitolojide Afrodit'in iyilik perisi, ağzında zeytin dalı ile yaşamın habercisi, özgürlüğün, barışın, huzurun, sadakatın, bağlılığın kısaca mutluluğun simgesidir Güvercinler.

PS: Bu resmi yapmama ilham olan fotoğrafı kimin çektiğini aramama rağmen bulamadım. Bana bildirirse resmin altına bilgi notu olarak koymak isterim.

9 Mayıs 2011 Pazartesi

Serenad


Kitap kulübümüzün Mayıs ayının kitabı Zülfü Livaneli'nin Doğan kitaptan çıkardığı Serenad adlı romanı idi. Serenad'da herşeyden önce bir aşk romanı tadı var. Ancak romanın yapısını ikinci dünya savaşı döneminde insanlığın yaşadığı utanç yıllarına dayalı üç tarihsel olay oluşturuyor. Bu tarihsel kurgu içinde Ermeni tehciri, Mavi Alay ve Struma gemisi trajedisini, dönemin ideolojisini, Cumhuriyet sonrası genç Türkiye Cumhuriyetinin yapılandırılmasında romanda adı geçen dünyaca ünlü Yahudi Soykırımından kaçan düşünürlerin ve bilim adamlarının sağlam temellere dayalı üniversitelerin kurulmasındaki katkılarını, insanlığın utancı olan yakın tarihin soykırımlarını aslına uygun olarak okuyucuya aktarıyor. Ancak tümünden daha çarpıcı olarak insanı, insanlığı sorguluyor. Kitabı sevmemdeki en önemli konu, insanın insan olma onurunu ayaklar altına alması, insanı yine kendi yarattığı yaftalama, önyargı gibi ayırıcılıkla kendine yabancılaştırması kısaca insanın insanla yüzleşmesini sağlayan tarihsel akış. her satırında yazarla birlikte sorguluyor, bilgileniyor, düşünüyor öğreniyorsunuz. Sevip sememeyi bir tarafa bırakın, bu kitabı okumak inanın size bir çok yeni bilgi, yeni bakış açısı ve yeni düşünceler verecek. Kitap o kadar zengin düşüncelerle, bilgilerle, örneklerle dolu ki, zaman zaman Zülfü Livaneli'nin pek çok konudaki düşünüşlerini aktardığı kahramanı Maya'nın pek çok saptamaları, görüşleri, hissettiklerini büyük bir keyifle bir makale okur gibi okuyorsunuz. Mesela üniversitenin söförü Süleyman'ın kişiliğinde insanlarımızın cahillikleri yalakalıkları ve hırslarını, Maya’nın asker abisi Necdet'ın kişiliğinde yazarın içindeki sesleri, soruları ve bir taraftanda politik bakışını anlatmış. Ben bu saptamaların pek çoğuna aynen katıldığımı ve yazarın bunları ifade etme biçiminden büyük keyif aldığımı ifade etmek istiyorum.
İşte kitapta altını çizmeye değer bulduğum cümleler:

Carl Sagan insanların hala sürüngen atalarının saldırganlığını taşıdığını söylüyor. "Beyin sapı, yüz milyonlarca yıl önceki sürüngen atalarımızdan miras kalan ve zaman içinde evrilen saldırganlığın, ritüellerin, bölgesel ve sosyal hiyerarşinin yatağı olan organdır"

...ama bazı ölümlerin acısı hep yeni kalıyordu.

Ülkeleri dişi ve erkek olarak ayırırdım ben,Mesela İskandinav ülkeleri , Fransa, İtalya kadın, Almanya, İspanya, Amerika ise erkek. Kadınları ne kadar güçlenirse güçlensin, burası (Türkiye) erkek bir ülke.

Düşünce mi önce gelir algılamamı? Yoksa, düşünmek ve algılamak arasında başka bir bağlantı mı var?Öncelik-sonralık meselesini aşan bir bağlantı.

Değer diye bildiğimiz her şeyle dalga geçiliyor, nihilist, boş ve yaşamaya değmeyecek bir dünya modeli çiziliyor

İstanbul vefasız bir sevgiliye benzer

O zamanın dünyasıyla, bu günün dünyası. Prof Huntington'a göre bu sorunun adı Medeniyetler Çatışmasıdır. Bazıları buna din savaşları adını veriyor. Edward Said, bu sorunun adını Cehalet Çatışması olarak koyuyor. Batı ve Doğu diye adlandırılan medeniyet biçimleri, birbirini tanımıyor. İletişimin bunca ilerlediği bir dönemde hala Cahiliye dönemini yaşıyoruz.

Karşımdaki insan çocukluğumdan tanıdığım Necdet değildi sanki bir başkasıyla değiştirilmişti. Bir zamanlar,çocukların belli bir yaşa gelince götürüldüğünü, yerlerine yetişkin insanlar getirildiğini düşünürdüm.Yani büyümek denen şeyin öyle birdenbire gerçekleştiğini...

Toplum olarak, sessiz bir sözleşmeyle susma kararı alınmış, yaşananlar genç kuşaklara aktarılmamıştı. Bu iyimiydi kötümüydü bilemiyorum. Hiç kimse ye düşman olmadan yetiştirilmiştik. Bu işin iyi tarafıydı, ama bir de geçmişimiz konusundaki korkunç cehaletimiz vardı.

İnsan çok yakından bakınca bir şey görmez.

Senden çalınan bilgi, senin bilgin değildir.

Dante'nin İlahi Komedyası Cennet: 17. Kanto'dan "Başkalarının ekmeğinin ne kadar tuzlu, başkalarının merdivenlerinden çıkmanın ne kadar zor olduğunu göreceksin."

Yaşlılıkta çoğu durumda beden ve zihin aynı anda çökmüyordu.Genellikle bunlardan biri daha genç kalıyordu.Önce zihin çökerse insan daha mutlu ölür.

Her zaman olduğu gibi, kar bütün çirkinliklerin üstünü örtüyor içimi neşeyle dolduruyordu.İstanbul kar altında tam bir masal şehrine dönerdi.Böyle havalarda boğazın mavi suları camgöbeği yeşile dönüşürdü.Kar Anadolu'nun beyaz yorganı, İstanbul'un beyaz masal peleriniydi.

Yazıyla insan hayatı arasında garip bir ilişki vardır. Yazı doğal bir şey değildi.İcat edilmişti. Yani uçmak gibi o da doğamızda yoktu. Bu nedenle uçmaktan nasıl korkuyorsak, yazıdan da korkuyorduk.

Ah gençliğin o güzel uykuları...

William Reich banyoda sıcak suyun içine gömülmeyi, yorganın altında cenin pozisyonunda kıvrılmak gibi, ana rahmine geri dönme isteği olarak yorumluyordu. Bazen insan dünyadaki kötülükleri görünce gerçekten böyle bir arzuya kapılmıyor mu?

Ayşe, Mari ve Nadia.Birbirini tanımayan Türk, Ermeni ve Yahudi üç kadının başına gelenler dünyaya, insanlığa dair bütün umutlarımı yıkmış, neredeyse içinden yaşama isteğini çekip almıştı. Bu dünyada sana kötülük yapmak isteyen insanlar çıkacak karşına, ama unutma ki iyilik yapmak isteyenler de çıkacak. Kimi insanın yüreği karanlık, kimininki aydınlıktır. Geceyle gündüz gibi! Dünyanın kötülerle dolu olduğunu düşünüp küsme, herkesin iyi oldugunu düşünüp hayal kırıklığına uğrama! Kendini koru kızım, insanlara karşı kendini koru.


Burası özel bir mezarlıktır. Buraya gömülen insanlar mezar taşlarının üstüne gerçek yaşlarını değil, hayatta mutlu oldukları günlerin sayısını yazarlar. Bunun üzerine, uzun bir ömür sürüp hastalanan İlyas, ölüm döşeğinde oğullarına vasiyetinde, Mezar taşıma aynen şöyle yazacaksınız der."İlyas_ı Habır bitti/ Anasından doğru kabre gitti."

Hayatımda mutlu günlerim olmuştu elbette, ama mesele sadece mutluluk değildi. Önemli olan yaşadığımı, hayatın bir anlamı , bir değeri olduğunu hissetmekti. Elinde çiçek tutan beyaz gelinlik giymiş bir kızın mutluluğu gibi birşey değildi bu. Daha derin bir varoluş sorunuydu.

Yağmur yağarken çimleri sulayan bir görevli gibi, gerçekdışı ve abartılı disiplin örnekleri gösterilirdi bize.Babam sık sık disiplinin hayatı düzenleyen serbest zamanı arttıran başkalarına engel olmadan serbestçe yaşamanın yolunu açan bir şey olduğunu anlatırdı.

Auerbach'ın Kötünün Zaferi adlı denemesinde Pascal'dan alıntıladığı giriş bölümü: Adil olanın peşinden gidilmesi doğrudur en güçlünün peşinden gidilmesi ise kaçınılmazdır. Gücü olmayan adalet acizdir, Adaleti olmayan güç ise zalim. Gücü olmayan adalete mutlaka bir karşı çıkan olur, çünkü kötü insanlar her zaman vardır. Adaleti olamayan güç ise töhmet altında kalır. Demek ki adalet ile gücü bir araya getirmek gerek, bunu yapabilmek için de adil olanın güçlü, güçlü olanın ise adil olması gerekir.
Adalet tartışmaya açıktır. Güç ise ilk bakışta tartışılmaz biçimde anlaşılır. Bu nedenle gücü adalete veremedik, çünkü güç adalete karşı çıkıp, kendisinin adil olduğunu söylemişti. Haklı olanı güçlü kılamadığımız için de güçlü olanı haklı kıldık.

Kötümser, "İşler daha kötü olamaz" diye feryat ederken, iyimser,"olabilir, daha kötü de olabilir" der. Şimdi söyle bakalım sen iyimser misin, kötümser mi?

Diyorum ki, savaş kararı alacak olan liderin, mesela George Bush'un , bu kararı almak için bir çocuğu elleriyle öldürmesi şartı konsa. Nasıl olsa binlerce çocuğun idam kararını imzalıyor, bunu yapmak için kendileri sıcak ofislerinde tek bir imza atıyor, bir damla kan bile görmeden yaşıyorlar. Ama bombardımanda yüz binlerce kadın, çocuk ölüyor. Başkanın suçu yok, emir kulu pilotun suçu yok, o zaman suç kimde? Bu insanları basılan bir düğmemi öldürüyor?

Janus kitabında insan evriminin biryerde takıldığını öne süren Arthur Koestler haklıydı galiba. Her ana çocuğunu doğurduğunda onun bir gün öldürülebileceğini düşünmüyordu. Her insan, yaşlanacağı ve hayatını doğal bir ölümle sonlandıracağını sanıyordu ama, yüz milyonlarcası başka insanlar tarafından öldürülüyor.

Yeni dünyada eğlence kültürün yerini alıyor.

Hiç karabiber ağacı gördünüz mü? Bir gelinlik gibi uçucu dallarıyla salınan, rüzgar estikçe buruk buruk kokan, kırmızı taneli büyük bir karabiber ağacı
Ya yeşil yapraklarının görünüşüyle bile insanda bir sağaltıcı güç yaratan aloe vera ağacı,
Ve begonvil. Bazı yerlerde halk bu çiçeğe, gelinduvağı adını takmış. Olağanüstü bir renk cümbüşü.

Bir kız çocuğunun büyümesi ne zaman biter acaba? İlk adet gördüğünde mi, 18 yaşını doldurunca mı, evlenince mi, saçına ak düşünce mi?
Bence hiçbiri değil. Bir kız çocuğu büyümez, kaç yaşına gelirse gelsin asla büyümüş gibi hissetmez kendini. Son nefesini içi arzuyla, heyecanla dolu bir kız olarak verir. Ama değişim yaşar. Hayat o kızı sürekli değiştirir ve bu değişimlerin hiç şaşmayan aktörleri vardır. Bir erkek.

Şile'li balıkçıların dediği gibi" Deniz o kadar sakindi ki,
karıncalar su içiyordu"

Aşkla ölüm birbirinin düşmanıdır.

Bu Alman ve Yahudi çiftin, Max ve Nadia'nın aşkı, dünyadaki bütün önyargılardan daha güçlü bir insani bağdı. İkisinin anısı yolumuzu aydınlatsın

Elveda Max, elveda Nadia. Onların başına gelenleri anlatmaya karar verdim. Çünkü ancak hikayesi anlatılan insanlar var oluyordu.


Kitabı okurken kulağımda hep Serenade für Nadia vardı.

3 Mayıs 2011 Salı

Snow


Tanışmıştınız, İşte bizim afacan küçük oğlumuz Snow. 14 Mart doğumlu. Şimdilerde büyümekle uğraşıyor. Gününün büyük bir bölümü annesiyle oyun oynamakla geçiyor. O kadar oyuncu, o kadar meraklı ve o kadar çevik ki.

Yürümeyi bırakın zıplayarak koşuyor, tırmanıyor, evde ne kadar küçük elimizin sığamayacağı kadar küçük delikler varsa keşfetti. Üstelik yeri belli olsun diye taktığımı çıngıraklı tasmayı da çıkarana kadar uğraşıyor. Takamadık bir türlü.
Köşe kapmaca oynuyoruz evin içinde. Şimdi oynamaktan yoruldu. Annesinin göğsünde sızdı.
Artık büyüdüğü için annesi meme vermek istemiyor ama bizim ufaklık annesinin eşref saatini yakaladımı annesi itiraz edemiyor.

Ne kadar inanılmaz bir hızla büyüyor bu yavrular.

Snow birkaç günlük

iki haftalık oldu bile

Bize ilginç gelen çok özelliği var. Annesinden tamamen farklı. Büyüdükçe göz renkleri farklılaşmaya başladı. Bir gözü mavi, bir gözü yeşil. Tıbda (tekgöz) Diskromatopsi diye tanımlanıyor. Baba tarafında hem Ankara hem Van Hem de İran karışımı olduğu için bizim de kafamız karıştı. Ben de araştırmaktayım hangi özellikleri daha çok göstermekte olduğunu.

Van kedisi yavrularında genellikle iki kulak arasında bir - iki siyah nokta olduğu görülürmüş. İki siyah nokta taşıyan yavruların çoğu tek renk gözlü olup, bu siyah noktalar, adeta tek-göz kedilerin mührü gibiymiş. Ancak baştaki bu siyah noktalar doğumdan sonra bir iki ay içinde kaybolur ve bazen sayıları 8-30 arasında değişen miktarda siyah kıllar olarak kalırmış. Snow'un iki kulağının arasında bir benek gibi duran siyah noktası var. Biz bunu anneden aldığı genin etkisiyle oluştuğunu sanmıştık

Van Kedisi'nin postu kalın, tüyleri normal uzunlukta olurmuş. Yazın azalıp kışın yeniden eski rengini ve beyaz bir kar topu halini alırmış. Biz bu minik yavruya isim ararken bir kartopu gibi olması sebebiyle Snow dedik.

Ankara kedisinin de benzer özellikler gösterdiğini okudum. Aralarında çok olmasada ayırt etmeye yarayan farklar var.Van kedisinin gözleri badem şeklinde ve kehribar rengindeyken Ankara kedisinin gözleri yuvarlak yapıda ve mavi-sarı renkte olurmuş.
Van kedisinin yüzü daha yuvarlak, Ankara kedisinin sivri,Van kedisinin baş ve kuyruk kısmında lekeler bulunurken, Ankara kedisi ise genellikle bembeyaz olurmuş.
Ve Van kedisinin tüyleri Ankara kedisine göre daha kısa imiş.

Ankara kedisi, terbiyeli, kibar, uyumlu, titiz, nazik, iyi kalpli, tatlı, sevecen, uyanık, sadık, zeki, bazen mahçup ve insandan uzak duran, bazen sokağı ve topluluğu arzulayan bir tabiata sahip
Van kedisi, uysal, şartlara intibak edebilen, sevecen, bağımsız, sakin, çevredekilerle iyi ilişki kuran yumuşak sesli, dost, zeki, yumuşak hareketlerle oyun oynayan yapıda olurmuş.

Van kedilerinin önemli bir özelliği ise korkmadan ve isteyerek suya girip yüzen yegane kedi cinsi olması imiş. Oysa Ankara kedileri sudan hoşlanmazmış. Bakalım Snow sudan hoşlanacak mı?