Çok erken yaşta anne olmuştum. Daha kendimi tanıyamadan, hafif hafif sezgilerle tanımladığım ben, annelikle rafa kalktı. Hatırlıyorum, bebeğim ile ilk gözgöze geldiğimde o masmavi bakan bir çift gözün bana içinde ben olmayan yepyeni bir hayatın kapılarını açtığını. Omuzlarıma bir süre sonra çöktüğünü hissettiğim o ağırlığı hiçbir zaman unutamam.
Hayat evlilik ve mutlu çocukluk döneminin ardından hızla ve fırıldağın dönme hızında dönmeye başlamıştı benim için. Henüz kendimi bile tanımazken nasıl olurda farklı bir cinsten evlilik denen oyunla hayatıma girmiş hiç tanımadığım bir adamla mutlu olmayı, ona güvenmeyi, birlikte yeni bir gelecek inşa etmeyi becerebilecektim?
Üstelik bu arada oyuncak diye elime tutuşturulmuş bir bebeği büyütürken, günde 9 saat haftada 45 saat çalışacağım yeni bir iş hayatının okyanusuna köpek balıklarının arasına atılmışken yapacaktım bunu.
Bunca zaman sonra düşündükçe anlıyorum ki, insanın alışamayacağı hiç bir şart yoktur. Ne kadar zor hatta imkansız olsa da, yaşam hayatta kalmaya kurgulanmış bir kere. Ne hendekler atladım, ne okyanuslar aştım bilemezsiniz.
Ailede adım atom karıncaya çıkmıştı. Bazen ben bile inanamıyordum ne kadar hızlı olduğuma, ne çok işi kısacık zaman diliminde halledebildiğime.
Ne sular aktı üzerinden, ne çok kervan geçti yılların. Velhasıl ben kendimi hiç farkedemedim ta ki eşimi kaybettikten sonra pek çok kararı tek başıma slmaya başlayana kadar.
Yıllar önce sadece ben kendim olduğum yıllara geri döndüm. Kendi kendime düşünüp, kendi kendime kararlar alıp, kendi kendime yapmaya başladığımda hatırladım ki bir zamanlar bir ben vardı. Bunca yıl ne kadar ihmal edilmiş, farkedilmemiş, derinlerde bir yerlerde sessizce farkedilmeyi beklermiş...
Bıraktığım yerde duruyordu. Nasıl da özlemişim onu. Yanlızlığın hediyesiydi benim için onu bulmak. Meğer ben onu sever mişim.
Şimdi zaman zaman birlikte oluyoruz. Şaşırıyorum aradan geçen yıllara rağmen hiç yaşlanmamış olmasına. Hala güçlü, eğlenceli, yaşam dolu oluşuna. Şimdi onunla geçirdiğimzamanlarda çokmutlu oluyorum ve çok eğleniyorum.
Ben bana iyi geliyorum...
DS
Issız bir adaya düşerseniz yanınıza almak isteyeceğiniz üç şey nedir? geyik sorusunun cevabını düşünmeyen var mı aranızda? Ama şu anda düştüğünüz bu ada ıssız bir ada değil.Yanınıza almak için düşündüğünüz termometre, yağmurluk paraşüt gibi nesneleri düşünmeden, düşüncelerinizdeki ağırlıkları atıp, bu ada da zenginleşeceksiniz. İyi ki geldiniz.Hoş geldiniz
30 Haziran 2014 Pazartesi
11 Haziran 2014 Çarşamba
Performans
Söylenecek o kadar çok şey birikti ki yazmayalı. Nasıl toparlamalı bilemiyorum. En iyisi son zamanlarda en çok üzerinde düşündüğüm, çıkış yolu aradığım paylaşmak istediğim ama paylaşacak kimseyi bulamadığım konudan gireyim söze.
Erken kayıpların en sıkıntı veren yanı sanırım yaşamınızın önemli bir kısmına eşlik etmiş insanı, dert ortağınızı kaybetmiş olmanız, çünkü yerine kimseyi koyamıyorsunuz.
Belki dedim sizlerle dertleşirsem bu suskunluk, yalnızlık bulutlarını biraz dağıtabilirim.
Hep iletişim yönümün kuvvetli oluşu, empati yapma ve karşımdaki insanı doğru tahlil edebilme ve anlaşabilme yeteneğimle gurur duyardım. Ta ki yeni işime başlayana kadar.
Yaşımın ilerlemiş olması, ileri derecede miyoplaşmış gözlerim, demode giyim zevkim, yaşanmışlıklarım, sırtlanmış olduğum yüklerle kamburlaşmış sırtımla karşı tarafta nasıl
bir izlenin uyandırdığımın farkındayım ama ben tam anlamıyla uyum problemi yaşadığımı itiraf etmeliyim. Zira etrafımda sadece iş hayatına değil, gerçek acımasız, kapitalist yaşama yeni başlamış teenager grubuyla bir kafese kapatılmış gibiyim. Empati yapıyorum, ergenlik dönemi diyorum. Kendimin o yaşlarıma geri dönüyorum, diyetisyen, moda, en iyi plates hocası, en iyi spor salonu konularında entelektüel bilgi alanımı zenginleştirip, kutlamalar, doğum günleri happy hour partileri arasına sıkışıp kalıyorum. Sonunda gücünün doruğunda kariyer hırslarının, gelecek stratejilerinin, evlilik planlarının, sonuca odaklı egolarının tavan yapmış olduğu genç, sabırsız, yalnız, sevgisiz, vicdansız, güzel, yakışıklı, hiperaktif bir neslin içinde kendi dengemi kaybetmiş yuvarlanırken buluyorum.
13 sene bilfiil büyük bir keyifle yapmış olduğum işin aynısını yapabiliyor olmaktan dolayı kendimi şanslı hissederken, birden bu anlamlandıramadığım, çözemediğim, dengeleyemediğim tartamadığım kafa kesicilerin arasında neye uğradığımı şaşırdım.
Doyumsuz bir çocukluk, ulaşılamamış sonsuz arzular, mutsuz aile ortamı, boşanmış anne baba arasında ordan oraya savrularak bu yaşa gelmiş bu gençlere aslında acıyorum. Yaşadıklarımın üstüne bir de bana çektirdikleri sıkıntılara katlanıyor olmam bana bazen "Daha çekecek ne çok çekim varmış" dedirtse de "Sen nelerin üstesinden geldin bu üç beş teenager mı seni nakavt edecek" gibisinden kendi kendime güç vermeye çalışıyorum.
Bazen generation problem bu olsa gerek desem de nadiren rastladığım bazıları beni çürütüyor. O zaman anlıyorum ki çocuk yetiştirmek bir uzmanlık işi. Niye bir anne baba okulu yok ki. Anne baba olmadan gidilmesi gereken, sınava girilip anne baba ehliyeti alınması gereken bir konu.
Hayata fazlaca bedel ödemiş, erken yorulmuş, bencil, sözüm ona anne baba ürünü gençlerin ileride hayata kendi anne babalarından daha büyük bedeller ödeyeceğinden eminim. Çünkü hayatın kendisi bir öğretmen ve sen istemesen de seni eğitiyor, olgunlaştırıp, durultuyor.
Ödediğin bedeller ise gelecek kuşaklara miras olarak kalıyor...
Sevgimle kalın
DS
Erken kayıpların en sıkıntı veren yanı sanırım yaşamınızın önemli bir kısmına eşlik etmiş insanı, dert ortağınızı kaybetmiş olmanız, çünkü yerine kimseyi koyamıyorsunuz.
Belki dedim sizlerle dertleşirsem bu suskunluk, yalnızlık bulutlarını biraz dağıtabilirim.
Hep iletişim yönümün kuvvetli oluşu, empati yapma ve karşımdaki insanı doğru tahlil edebilme ve anlaşabilme yeteneğimle gurur duyardım. Ta ki yeni işime başlayana kadar.
Yaşımın ilerlemiş olması, ileri derecede miyoplaşmış gözlerim, demode giyim zevkim, yaşanmışlıklarım, sırtlanmış olduğum yüklerle kamburlaşmış sırtımla karşı tarafta nasıl
bir izlenin uyandırdığımın farkındayım ama ben tam anlamıyla uyum problemi yaşadığımı itiraf etmeliyim. Zira etrafımda sadece iş hayatına değil, gerçek acımasız, kapitalist yaşama yeni başlamış teenager grubuyla bir kafese kapatılmış gibiyim. Empati yapıyorum, ergenlik dönemi diyorum. Kendimin o yaşlarıma geri dönüyorum, diyetisyen, moda, en iyi plates hocası, en iyi spor salonu konularında entelektüel bilgi alanımı zenginleştirip, kutlamalar, doğum günleri happy hour partileri arasına sıkışıp kalıyorum. Sonunda gücünün doruğunda kariyer hırslarının, gelecek stratejilerinin, evlilik planlarının, sonuca odaklı egolarının tavan yapmış olduğu genç, sabırsız, yalnız, sevgisiz, vicdansız, güzel, yakışıklı, hiperaktif bir neslin içinde kendi dengemi kaybetmiş yuvarlanırken buluyorum.
13 sene bilfiil büyük bir keyifle yapmış olduğum işin aynısını yapabiliyor olmaktan dolayı kendimi şanslı hissederken, birden bu anlamlandıramadığım, çözemediğim, dengeleyemediğim tartamadığım kafa kesicilerin arasında neye uğradığımı şaşırdım.
Doyumsuz bir çocukluk, ulaşılamamış sonsuz arzular, mutsuz aile ortamı, boşanmış anne baba arasında ordan oraya savrularak bu yaşa gelmiş bu gençlere aslında acıyorum. Yaşadıklarımın üstüne bir de bana çektirdikleri sıkıntılara katlanıyor olmam bana bazen "Daha çekecek ne çok çekim varmış" dedirtse de "Sen nelerin üstesinden geldin bu üç beş teenager mı seni nakavt edecek" gibisinden kendi kendime güç vermeye çalışıyorum.
Bazen generation problem bu olsa gerek desem de nadiren rastladığım bazıları beni çürütüyor. O zaman anlıyorum ki çocuk yetiştirmek bir uzmanlık işi. Niye bir anne baba okulu yok ki. Anne baba olmadan gidilmesi gereken, sınava girilip anne baba ehliyeti alınması gereken bir konu.
Hayata fazlaca bedel ödemiş, erken yorulmuş, bencil, sözüm ona anne baba ürünü gençlerin ileride hayata kendi anne babalarından daha büyük bedeller ödeyeceğinden eminim. Çünkü hayatın kendisi bir öğretmen ve sen istemesen de seni eğitiyor, olgunlaştırıp, durultuyor.
Ödediğin bedeller ise gelecek kuşaklara miras olarak kalıyor...
Sevgimle kalın
DS
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)