25 Nisan 2020 Cumartesi

Zeigarnik Etkisi (Yarım Kalmışlık)

                       
İnsanlığın hazırlıksız yakalandığı Corona virüsü saldırısı, insanın en güçlü içgüdülerinden biri olan "hayatta kalma" içgüdüsünü de harekete geçirdi. Gülün dikenli, mantarların zehirli olması gibi, kuşların göç etmesi, balinaların okyanusları aşması gibi, doğanın bir ürünü olan insanı da yaşamda kalabilmek üzere kendini korumaya yönelik içgüdüsel davranışlar sergilemeye zorlar. Canlı beyni ani ve çok tehlikeli bir olay için refleks gösterip kendini korumayı, düşünüp hareket etmeye tercih edecek şekilde evrimleşmiştir. (Desmont Morris Çıplak Maymun) Bu güdünün çalışamaz olduğu tek durum, beynin hastalığa yakalanmış olduğu ruhsal olarak bir çöküntü yaşadığı durumdur. 

Freud’a göre; içgüdüler insanın doğası gereği yaradılışından gelen evrensel bir dürtüdür ve doğal olarak gelişir. Ayrıca yine Freud'a göre insan varlığı psikolojik gerilimin en aza indirilmesini amaçlar.

Çoğumuz son aylarda yaşadığımız malum ölüm tehdidi ile hiç bu kadar yakınlaşmamış hatta ölümü düşünmemiştik bile. Karşılaştığımız bu ani ölümcül hastalık korkusu, bizi, öncelikli olarak hastalığa yakalanmamak ve sağlığımızı korumak üzere toplumsal ve bireysel önlemler almaya yöneltti. Evlere kapandık, işlerimizi, derslerimizi evimizdeki computerlere sığdırmaya çalıştık, dışarı çıkmak zorunda kaldığımızda maskeler, eldivenler, mikrop öldürücü spreyler tedarik ettik. Eve dışarıdan giren her şeyi dezenfekte ettik. Bağışıklık seviyemizi yükseltecek pek çok ilaç ve gıdayı stokladık. Vs. vs... Ancak dışarı çıkamamak, eski alışık olduğumuz sosyal aktivitelerimizi yapamamak kendi yaptığımız güvenli mağaralarımızda saklanarak korunmaya çalışmak, ruhsal sağlığımızı tehdit etme potansiyeli taşıdığını farkettiğimizde, beynimiz bunun için çareler üretmeye başladı. İnstagram, facebook whatsapp gibi uygulamalarla sosyalleşmeye zoom, googleapps, slack gibi uygulamalarla iş toplantıları, konferanslar, sunumlar yapmaya başladık. Öyle hale geldi ve ipin ucu kaçtı ki, ben ajandama notlar almaya, ilgi duyduklarımı kaçırmamaya kısacası yoğun bir koşuşturmaya girdim.

Tüm bunlar olurken bir yandan uzun zamandır yaşamımda olagelen değişikliklerin getirdiği stresli, kaygılı ve mutsuz hayat şekli diğer yandan ölümle karşı karşıya kalmanın içgüdüsel kurtulma duygusu beni, yaşadıklarımı düşünmeye ve yaratılacak fırsatlarla sağlıklı kalma imkanı oluşturmaya yöneltti. Çok sevdiğim bir söz vardır. "Acılar kurtulma duygusunu güçlendirir"

Bir şeyler yapmam gerektiğini hissediyordum ve kendimi iyi hissettirecek önüme çıkan her imkanı denemeye başladım. Bu arada 21 gün sürecek bir online terapi çalışmasına katılmaya karar verdim. Bu çalışma bir nevi içsel bir farkındalık yolculuğuydu. Bu süreçte kendimle tekrar tanışıp, keyifli dönüşümler yaşayacağım vaadi bana çok umut vermişti. Neden 21 gün olduğunu ise sonradan öğrendim. Çünkü beynin yeniden programlanması için gereken süre sadece yirmibir gün imiş. Yani yeni bir alışkanlık kalıbını oluşturmanın ortalama 21gün sürdüğü kanıtlanmış.

Bu terapi, gündelik hayatta bilhassa düşünmeden, farkına bile varmadan yaptığım birçok davranışı fark etmemi sağladı. Psikoterapistin 21 gün boyunca verdiği çalışmaların hepsi birbiriyle bağlantılı, ödevler,meditasyon, müzik ve filmlerden oluşuyordu. Gurubu oluşturan grup üyelerinin paylaşımları birbirinin dönüşümüne eşlik ederek katkıda bulunuyordu.

Ve ben 21 günün sonunda kendime dışarıdan bakabilmeyi, Gördüğüm beni kabul edebilmeyi, kendime ve akışa güvenmeyi, içsel gücümün ve kendime karşı sorumluluklarımın farkına varıp, dünyayla bağımı sağlıklı ve güçlü kılacak farkındalıklarımı geliştirmeyi , meditasyon yapmayı, kendimi yeniliklere açmayı, hayatı bir mucize gibi yaşamayı, düşüncelerimi olumluya çevirebilmeyi yeniden keşfettim.

Bir zamanlar bu blogu yazmaya başladığım dönemlerdeki gibi daha mutlu olduğumun farkına vardım. Karantina sürecinin bana farkettirdiği bir diğer konu ise çok sevdiğim ama uzun zamandır yapamadığım ama aklımın bir köşesinde beni zaman zaman tırmalayan yarım bıraktığım yağlıboya tablolarımdı. 




Bana "Bu hayatta seni en çok ne mutlu ediyor?" diye sorsanız "Resim yapmak" diye cevap veririm. Çocukluğumdan hafızamda kalan çok hareketli bir çocuk olmama rağmen önüme konan boya kalemleriyle saatlerce resim yaptığım kağıtlar geliyor gözümün önüne. Bu kadar sevdiğim bir işi, hayatın acımasızca attığı o tokattan sonra yapamaz, elime resim fırçasını alamaz olmuştum. Bu terapi süreci duygularımı olumluya çevirirken içindeki o resim sevgisini de geri getirdi. İçgüdüsel yaşamda kalma güdüsü beni iyileşmeye mi zorluyordu?

Derken yarım kalmış tablolarımı ortaya çıkardım. Araştırınca bunun da bir bilimsel karşılığı olduğunu gördüm. Zeigarnik Etkisi. 1920'lerde Sovyet bir psikiyatr olan Bluma Zeigarnik tarafından, restoranda yenilen bir yemeğin ardından keşfedilen ve takip eden yıllarda yapılan araştırmaların neticesinde net olarak ispatlanan bu etki; bitirilmemiş işlerin zihni meşgul etmeye devam ettiğini, tamamlanmış işlerin ise beyinde bir köşeye kaldırıldığını ifade ediyor. Bu etkiye göre yarım kalan şeyleri bir türlü unutamama nedenimiz, o işin sonucunda rahatlığa ve doygunluğa erişememiş olmamız. Beyin, o sürecin sonunda verdiği emeklerin ve zamanın karşılığını alamadığını düşündüğü için, ödülüne kavuşamamış olmanın verdiği etkiyle zihnimizi o konulara odaklamaya ve bir sonuç almaya çalışmaya devam ediyor.Beynimiz yarım kalan işleri sonuca ulaştırıp zihinsel tatmine erişmeden, yeni işlere veya deneyimlere odaklanamıyor.

Üstelik yarım kalmış işler, bilinç altından sürekli sinyal göndererek zihinsel ve duygusal kaynakları tüketerek bizi daha stresli, endişeli, mutsuz etmeye sürüklüyor. İşte bu noktada Zeigarnik etkisi doğal yoldan devreye girerek bizi uzun süre kalan konuları çözmeye motive ederek, zihinsel mutluluğu geliştirebiliyor. Böylece kendine güven ve benlik saygısı artırırken, bir başarı hissi vererek kişisel gelişim ve olgunluk hissine de katkıda bulunuyor.

Benim gibi herkes için bu zorunlu süreçte düşünen, isteyen, farkındalık kazanabilenler için pek çok kazanımlarımızın olacak olması çok mümkün görünüyor ama gerçekte eksikliklerini hissettiğimiz pek çok şey ise bu sürecin bilinçle, akılla, bilimle, sevgiyle, sağlıkla aşılmasını ve yeniden farkına vardığımız güzellikleri ve kazanımlarıyla birlikte özgürce yaşama isteğini zorunlu kılıyor.

Sağlıklı ve mutlu günlerde birlikte olmak umuduyla. yaşamınızı sevin ve sahiplenin.

DS.

14 Nisan 2020 Salı

Umudun Tarifi


"Evren hareketi alkışlar ve destekler" diye yazmiş çok değerli klinik psikolog arkadaşım. Çok doğru tabii ama gel de bu karantina günlerinde 120 m2 lik bir evde bunu gerçekleştir. İşin şakası bir yana salondan mutfağa, mutfaktan küçük odaya, ordan yatak odasına derken bir ay geçmiş. Her ne kadar raflarda okunmuş, yarısı okunup bırakılmış, hiç okunmamış sürüyle kitap varken içimdeki kaygı ve endişenin  açtığı odaklanma problemine yenik düşüyorum.

Karantina günlerinin başladığı günlerde Coldplay’in solisti Chris Martin’in evde piyanosunun başına geçerek verdiği mini konser, dünyanın dört bir yanındaki pek çok meslekten instagram kullanıcılarını da harekete geçirdi. Takip etmek istediğiniz canlı yayınlar müzik, sanat, yemek, terapi, spor, sağlık, sohpet bir çok konuda çoğu zaman birbiri ile çakışsada seçim yapmya zorluyor insanı. 

Geçen gün klinik psikolog arkadaşımın instagramda kısa meditasyon canlı yayınına katilmistim. Meditasyon sırasında "kendinizi bir meyve ağacı olarak düşündüğünüzde  gözünüzde hangi ağaç canlanıyor" sorusu karşısında gözümün önünde beliren kiraz ağacı imgesi beni çocukluğuma götürdü.  Babamın bahçemize benim için diktiği kiraz ağacının büyümesini, nisan ayında bembeyaz çiçeklenerek sanki kar yağmış izlenimi vermesini, çiçeklerinin mis kokusunu, çiçekten yeşile dönen koyu kırmızı napolyon kirazlarının lezzetini,  zarif yapraklarının rüzgarda el sallıyormuşcasına titreşmesini sonra yaşam süresinin sona erişini izleyip kendimle özdeşleştirmiştim sanırım. 
Bir süre bu meditasyonun ben de yarattığı duyguları analiz etmeye uğraştım. Japon kültüründe Kiraz ağacının yaşamın metaforik bir simgesi olduğunu öğrendim.Aslında yaşamın her aşamasında öğreniyoruz. Bize bilgiyi veren yeri geliyor bir bitki, bazen bir hayvan bazen bir kitap, film bazen de bir insan oluyor. Yaşam sürecinde ben de belki de bahçemdeki bu kiraz ağacının bana sessizce anlattıkları gibi doğanın  bilgeliğinden, izlediğim yazdığım ve iletişim kurduğum herşeyden kendi gerçeğime ulaşabilirim diye düşündüm.


Ben bu düşünceler içinde anı, bugünü irdelerken seyretmek için seçtiğim bir film, bazen yaşamın bize ne yapmamız gerektiğini, karşımıza çıkardığı tesadüflerin gücü ile anlatma şekli olduğunu düşündürdü. İşte "Umudun Tarifi" Sweet Bean  filmiyle böyle karşılaştım. Film, yönetmenliğini Naomi Kawase'nin yaptığı Durian Sukegawa'nın aynı adlı eserinden sinemaya uyarlanmış. Sukegawa’nın kitabından olduğu kadar Kawase’nin kişisel deneyimlerinden de parçalar taşıyan bu film, küçük bir fırın mutfağında Tokue adlı yaşlı bir kadının “an” adı verilen fasulye ezmesini yapmasıyla başlıyor. Hikaye, fırının sahibi Senataro ile Tokue arasında gün geçtikçe gelişen derin bağa odaklanıyor. Hayatın zorlukları karşısında nasıl ayakta kalınabileceğini, umudun, özgürlüğün, mutluluğun, doğa sevgisinin, masumiyetin, inancın,hayallerin, hayatın anlamı üzerine  uzunca düşünmeye sevk eden harika bir film.   
Beni filmde asıl etkileyen kiraz ağaçlarıyla filmin kahramanı arasında kurulan metoforik bağlantı. Filmden spoiler vermek istemiyorum ama bazı satır aralarına saklanmış sihirli sözcükleri de paylaşmak isterim. 


  • "Mezar taşlarımız olmaz bizim. Bu yüzden içimizden biri öldüğünde ağaç dikeriz. Kiraz ağacı konusunda hepimiz hemfikiriz çünkü Tokue kiraz ağaçlarını severdi.Biz dünyaya onu anlamaya ve dinlemeye geldik. Durum buyken başkası olmak zorunda değiliz. Hepimizin, her birimizin hayatına anlam katan şeyler var. 



  • Seni ilk defa havadaki tatlı kokuyu içime çektiğim haftalık yürüyüşümde gördüm. Yüzünü gördüm. Gözlerin üzgün bakıyordu. Bu bakışın yüzünden sana neden acı çektiğini sormak istedim. Çünkü bir zamanlar bende böyle bakardım. Dükkanına doğru sürüklenirken sanki orada duran bendim. Çocuğum doğsaydı şimdi senin yaşında olurdu. O gün dolunay kulağıma beni görmeni istedim o yüzden ışıldıyorum diye fısıldadı. 



  • Fasülye ezmesi pişirirken fasülyelerin anlattığı hikayeleri dinlerim. Bu fasülyelerin gördüğü yağmurlu ve güneşli günleri düşlemenin bir yolu. Fasülye sırıklarının arasında hangi rüzgar esti?Yolculuklarının öyküsünü dinle. Evet onlara kulak ver. İnanıyorum ki bu dünyada herşeyin anlatacak bir hikayesi var. Gün ışığının ve rüzgarın bile. Belki sen onların öyküsünü duyabilirsin. Belki sebep budur, dün gece çobanpüsküllerini aşip da içeri giren rüzgar anladığım kadarıyla bana seninle konuşmam gerektiğini söylüyordu.



  • Hayatlarımızı kusursuzca yaşamaya çalışırız. Ancak bazen dünyanın  cehaleti tarafından eziliriz. Aklımızı kullanmamız gereken zamanlar vardır. Eminim ki günün birinde kendi düşlerini gerçekleştiren dorayakiyi yapacaksın. Kendi yolunda yürüyecek inancın olsun...



  • Sizi mutlu eden şeyi yapmalısınız. Bu özgürlüğe sahipsiniz..."

Sevgiyle ve sağlıkla kalın
DS