10 Ocak 2021 Pazar

Bir devir bitti, annem gitti...

Bir devir bitti, annem gitti...


6 yıldır her güne uyandığında geriye sayımı başlamıştı. babam gittiğinde...O güne kadar hep koşturmuş, önce yeğenleri için, sonra cocukları için, sonunda torunları için yaşamış, hiç bir zaman ağzından bir ''of'' , ''yüksek bir ses''çıkmamış her zaman azla yetinmiş, mutlu yaşamış, etrafı son altı yılına kadar sevdikleriyle dolu olmuş, iyilik timsali, zarif, ince ruhlu, zevk sahibi bir insanı, hayatım boyunca tanıdığım en melek insanı kaybettim ben. Sebep olanları Allaha havale ediyorum. Pamuklara sarıp kendimden bile sakındığım annem, bu  covid belasından korumaya çalışırken en güvenli dediğim yerde covide yakalandı. 8 gün içinde avuçlarımdan kayıp gitti engel olamadım. Oysa ne badireler atlamıştık, şans hep yanımızda olmuştu. Bir sefer olmadı. Belki de elveda demenin zamanı gelmişti... 

Annemi nasıl anlatacağımı, daha doğrusu bunu kelimelere nasıl sığdıracağımı bilemiyorum. İnsan olmanın gerçeğidir hayatın iki kapısı olan bir yolculuk olması ve herkes bir gün annesini kaybeder. Ama hissedilenler aynı mıdır? Abraham Lincoln''Bana okuduğum kitapların en güzelinin hangisi olduğunu sorarsanız, söyleyeyim: Annemdir '' demiş. 

Chicago’da yaşayan Türk genetikçi Hande Özdinler, annesinin vefatından sonra yazdıklarında ne kadar haklı. ''Hayat enerjimiz annelerimizden geçiyormuş,Evet, anneler vefat edebilir ama asla ölmez! 15 Ağustos sabahı vefat etti annem, elimden bir su tanesi gibi kayıp gitti. Eşinin yanına, toprağın içine, sanki bir tohum eker gibi nazikçe, dualarla bıraktık. Ama annemin mitokondrisi bende kaldı.. Benim her hücremde, annemin mitokondrisi var. Her nefes alışımda, her kalp atışımda, her elimi uzatışımda, her düşüncemin başlangıcında, ne için enerji harcıyorsa bu vücudum, işte orda annemin mitokondrisi var.İnsanın başlangıcı olan o ilk iki hücrenin yumurta olanı, büyük ve zengindir.İçinde bir hücrenin yaşaması, çoğalması, değişmesi için gerekli olan her şeye ve bir ömür gerekli olacak enerjiyi üretecek mitokondriye de sahiptir. Mitokondri hücre içindeki organellerin en karmaşık ve ilginç olanlarından biri. Kendine has DNA’sı var, kendine özgü kişiliği var, kendisine has proteinleri var, çalışma mekanizması ve prensibi var.Hem enerji üretir hem hücreyi ölümlerden korur, bölünür, çoğalır, hücre içinde dolaşır, nerede enerji lazım oraya gider.Hücre içinde sanki annemizmiş gibi çalışmaya biz ölünceye kadar devam eder. Ve her kadın, mitokondrisini çocuğuna armağan eder, dolayısıyla hayat enerjisi anneden anneye geçer.Mitokondri, hücreye enerji veren, canlı olmasının temelini sağlayan organeldir; babadan değil, anneden gelir. Anne, her çocuğuna enerjisini verir. Enerji üretme mekanizmasını verir. Harcanan her enerji, annenin çocuğuna verdiği mitokondriden gelir.Dolayısıyla anneler vefat edebilir ama anneler ölmez! Biz farkında olmadan, annelerimizi, gizli bir şifre gibi her hücremizin içinde taşırız. Annemiz vefat etse de bize enerji vermeye devam eder.Bu yüzdendir ki kim nerden gelmiş, kim kimin atası diye insanlık tarihi araştırması yapıldığında erkeğe değil, kadına bakarlar.Analarımızın mitokondri DNA’sına, o DNA’nın nerelere gittiğine, kimlerden kimlere geçtiğine bakarak yaşam enerjisinin haritasını çıkararak bilirler kimiz ve nereden geldik.''

Mezardan Sesler adlı eser ise, Halit Ziya'nın çok sevdiği annesi Behiye Hanım'ın vefatından duyduğu derin üzüntüyle ölüm ve yaşam üzerinde düşünmeye başladığı günlerde kaleme alınmıştır. "Bir gece, bir koyu karanlık gece ki, kara gölgeleri birbirinin üzerine yığılarak siyah sulardan tahaccür etmiş buz tabakaları gibi etrafa setler çekmiş olsun. Bir orman, sernalara bir isyan tehevvürü ile köpürerek yükselmiş bir orman ki, beşeriyetİn küçük bir parmağına bile müdahale hakkını vermeyen sık ağaçlarının, birbirine dolaşmış sarmaşıklarının, çalılarının arasından bir ufak yıldıza bile tebessümünün tesliyet huzmesini akıtmasına imkan bırakmıyor olsun. Bu gece ile bu ormanın korkunç zulmetleri içinde görmeyen gözlerle, tutunamayan ellerle, sendeleyen ayaklarla, etrafında fısıldayan esrar nefeslerinden ürkerek, yüzüne buzlu temaslarla çarpan gece siyahlıklarından ürpererek geçilecek bir yol, başını koyacak bir kütük, sırtını verecek bir lütufkar ağaç bulmaktan aciz bir yolcu ... Bir biçare insan ki idrilkinin bütün kuvvetini, kulağının bütün hassasiyetini, önünden, arkasından, başının üstünden esen soğuk bir rüzgar içinde esrar ile, garaib ile dolu bir varlığın muammasını sarfediyor. Heyhat!.. Bütün bu siyah gece, bu siyah orman içinde muhtazır fakat mütelatim bir hayatın nefesiyle titriyor; etrafında hava tabakalarının kanatlarla, ayaklarının altında toprakların hışırdayan cevelanlarla ihtizazını işitiyor. Gövdelerinin sütunları siyahlar içinde daha siyah bir mabedin acayip korkunçluğu ile beliren ağaçların arasından kendisine haşyet veren nazariarını dikmiş gözlerin ışıldadığına dikkat ediyor. Her tarafta karanlıklara sinmiş, hiç bir zaman elle tutulamayacak, mahiyeti aniaşılamayacak bir varlık ki muammasının mehabeti karşısında; nihayet mağlup ve perişan, ellerini yüzüne kapayarak diz üstü çöküyor ve aczinin hiçliğine ağlıyor.''

 Cemal Süreya’nın şiirlerinde annesini genç yaşta kaybetmesine bağlı olarak kadın imajının anne ile bütünleştiği görülmektedir . Vecihi Timuroğlu merak edip sorar: 

"Yahu Cemal, beni öp sonra doğur beni nasıl bir laftır? önce doğurur sonra öper annen?"

Henüz altı yaşındayken annesini kaybeden Cemal Süreya cevap verir: "İyi de abi, anne sevgisi nedir bilmedim ki, öpsün hele bir önce..''

BENİ ÖP SONRA DOĞUR BENİ

Şimdi utançtır tanelenen sarışın çocukların başaklarında.

Ovadan gözü bağlı bir leylak kokusu ovadan çeviriyor o küçücük güneşimizi.

Taşarak evlerden taraçalardan gelip sesime yerleşiyor.

Sesimin esnek baldıranı sesimin alaca baldıranı.

Ve kuşlara doğru fildişi: rüzgarın tavrı.

Dağ: güneş iskeleti.

Tahta heykeller arasında denizin yavrusu kocaman.

Kan görüyorum taş görüyorum bütün heykeller arasında karabasan ılık acemi

- uykusuzluğun sütlü inciri - kovanlara sızmıyor.

Annem çok küçükken öldü

beni öp, sonra doğur beni.

Günümüz yazarlarından Murat Gülsoy (2013) da ölüm döşeğindeki bir yazarın bunama sürecini anlattığı Nisyan adlı romanını ailesinde yaşanan kayıpların ardından yas tuttuğu bir dönemde yazmıştır. Gülsoy, kitabın serüvenini “Hele bu insanlar sizin birinci dereceden yakınlarınızsa ve sizi siz yapan kişilerse durum daha da çapraşık bir hal alıyor. O insanların bedenlerinde, davranışlarında, duygulanımlarında kendinizden parçaları görüyorsunuz. Bu çok tedirgin edici, sarsıcı bir deneyim.Süreklilik belki de ilk kez bu kadar can acıtıcı oluyor. Tabii ortamda bir de ölüm var. Gençlikte ve çocuklukta sizden çok uzak olan ölüm hasta ve yaşlı evinde gündelik bir konuya dönüşüyor,  bir hikaye gibi algıladığınız ölüm doğallaşıyor ve bu da insanı sarsıyor. Ölüm, delilik, bellek,algılarımız, aklın yanılsamaları her zaman üzerine düşündüğüm konulardı. İnsan kendi yok oluşunu,zihninin yokluğunu kolay kolay idrak edemiyor.” şeklinde ifade etmiştir.

Ünlü sosyoloji ve felsefe profesörü Theodor W. Adorno  iyi bilinen bir Alman şarkısının sözlerine gönderme olarak yazdığı esere ''Çimenli Tümsek'' adını vermiş.

(Der liebste Platz den ich auf Erden hab / das ist die Rasenbank am Elterngrab)                        

 Yeryüzünde sahip olduğum en sevgili toprak / Anababamın mezarı olan çimenli tümsektir...


Daha niceleri var bu örneklerin. Annemin arkasından yaşadılarım bu güne kadar yazılmış, bestelenmiş, resmedilmiş tüm kayıtların hepsini içeriyor. Her ne kadar anne ve babanın kaybı yaşamın doğal birer parçası olsa da bir taraftan annemin yasını tutarken diger yandan ölümlülük gerçeği ile yüzleşiyorum. Nefes aldığım her gün, leylak ağaçları her bahar çiçek açtığında, puantiyeli bir kumaşı her gördüğümde, fikrimin ince gülü şarkısını her duyduğumda, kırmızı ruj sürmüş bir dudak gördüğümde ve gül kokusunu her kokladığımda annemi hatırlayacağım. 

Şimdiden onu çok özledim.