25 yıl önce büyük bir aşkla sevip, o güzel ellerinden tutup hiç tereddüt etmeden bir ömür sürecek maceraya atıldığım, eşim, hayat arkadaşım, en büyük oğlum, dostum, sırdaşım, küçüklerimin babası, ne yazık ki kötü huylu bir arkadaş edindi. Oğlum küçük bir çocukken uygun olmadığını düşündüğüm bir davranışında ya da öğretmeninden bir şikayet aldığımda ona, bana annemin yaptığı gibi "Bu ara arkadaşların kim bakim senin" diye sorar, asla ona toz kondurmazdım.
Kendimden çok fazla bahsetmek istemediğimi blog dostlarım iyi bilir. Ancak son iki yılda hayatımda bizi tepetakla eden o kadar olaylarla karşılaştım ki, taştım, köpürdüm artık kabıma sığamıyorum.
Son günlerde yaşadıklarım ise dram filmlerine konu olabilecek türden. 1970 li yıllarda yönetmenliğini Arthur Hiller'in yaptığı Ali McGraw ve Ryan O'Neal'in unutulmaz oyunuyla efsaneleşen, Erich Segal'in unutulmaz eseri " Lovestory" filmini düşündüğümde hafızamın derinliklerinde hüzünlü, onurlu, melankolik aşk duygusu derinlerden sıyrılıp dış belleğime yerleşiverdi birden...
Mim'in dikkatimi ilk çektiği gün "Bu çocukla evlenecek kız ne kadar şanslı" diye iç geçirdiğimi hatırlıyorum. Evrene mesaj göndermişim bilmeden.(!) Üç yıl flört döneminden sonra, Mim le 21 yaşında nişanlanıp bir yıl sonra üniversiteyi bitirir bitirmez evlendim. O yaşta aşık olmuş bir genç kıza yaptığının ne kadar riskli, mantıksız hatta akılsızca olduğunu anlatabilmek ya da anlayabilmesini beklemesinin hiç mümkün olmadığını ancak bu yaşımda anlayabiliyorum. Hele bu aşk uğruna yetiştiği, okuduğu, ailesini ve tüm arkadaşlarının olduğu şehri terk edecek, tek bir tanıdığının olmadığı bambaşka bir şehre gidecek kadar çılgınca aşık olan bir genç kıza... Şimdi geriye dönüp baktığımda kendini daima ikinci plana atan, sevdiklerine kendini adayan yaşadığı yılları X2 yaşamış bir karakter görüyorum. Aşkın ne olduğunu sorguluyorum zaman zaman, bir delilik mi? kör cesareti mi? akıldışılık mı? Filmi tekrar seyrederken pek çok cümlenin sorumu yanıtladığını farkettim.
"Hiçbir zaman bundan daha iyi bir dünya olduğunu düşünmedim.Yani Mozart'dan Bach'dan ve senden daha iyi ne olabilir ki ?ve de Beatles'dan." diyen Jennifer gibi...
Burs kazandığı Paris'teki bir üniversiteye müzik eğitimi için gitmek yerine, kalbinin sesini dinleyip, aşık olduğu adam uğruna vazgeçtiklerinde, fedakarlıklarında hep aynı çılgınlığı görüyorum.
"Ruhlarımız biraraya gelip daha da güçlendiğinde, vücutlarımız birleşip şaha kalktığında, koca kanatlı ulu rüzgar üfürdüğü dalgalarla benliklerimizi yakmaya başladığında birbirimizin olalım. Dünya üzerindeki varlığımız son bulana değin birbirimizin olmaktan vazgeçmeyelim . Yüce dağları düşünüp bulutların üzerimizden geçtiğini varsayalım ve kulaklarımızda altından bir arpın çaldığı müziğin tınısını hissedelim. İçimizde ta derinlerde kadın ve erkeğin birlikte yaşadığı bir dünyada her zaman birlikte olalım. Günün birinde ölüm karanlığıyla beraber gelip günahsız ruhlarımızı alancaya kadar birbirimize olan sevgimiz azalmasın."
Eşinin lösemi olduğunu öğrendiğinde, çaresizlik, suçluluk, pişmanlık, umutsuzluk duygularını yüreğinin derinliklerinde duyan Oliver, elinde iki adet Paris biletiyle eve geldiğinde Jennifer'ın istediği tek şeyin zaman olduğunu söylemesi karşısında ne yapacağını bilememesi. Hiç bir zenginliğin, hiç bir ilacın, hiç bir insanın gerçekleştiremeyeceği bir isteğin realite karşısında ki eriyişi. Ve aşkın tarifi,
"Asla pişman olma ufaklık, Aşk asla pişman olmamaktır"