9 Aralık 2021 Perşembe

Lotus


Lotus
Tuval üzerine yağlıboya @ Aralık2021

Lotus mitolojide kutsal olarak nitelenen yeniden doğuşu, insanı ve varoluşu simgeleyen bir çiçektir. Mitin alegorisine göre Tanrı Vishnu Hindistan krallarından birinin oğlu olan Siddhartha'nın bedeninde yeniden dünyaya gelir. Siddhartha daha doğar doğmaz yürümeye başlar ve bastığı her yerde lotus çiçekleri açar. Lotus çiçeğini kutsallaştırarak, bu ç,içeğin Siddhartha'nın büyüdükçe kazanacağı gücün ve bilgeliğin simgesi olarak kabul ederler.


Tanrı Vishnu, Hindu ve Buda geleneklerinin çatıştığı bir dönemde dünyaya gelir. Lotus çiçeğinin su yüzeyinde tertemiz kalması gibi insanların dünyada kalması gerektiğine inanan bir felsefe geliştiren Tanrı, yoga adında bir ibadet ve meditasyon yöntemi geliştirerek insanları kriz döneminden kurtarır. Hatta Hindu inanışına göre ölen insanların ruhlarının lotus çiçekleri üzerinde yaşadığı rivayet edilir. Bu anlamda lotus, ruhun saflığını ve arınmışlığını temsil eder. Çamur içinden uzayarak ışığa ulaştığı noktada çiçek açan Lotus, reenkarnasyon ve ölümsüzlüğün simgesi olur. Bu yükseliş aynı zamanda ruhun yükselişini de açıklar.

6 Temmuz 2021 Salı

Ben ve İçimdeki Chiaroscuro

 


Öfke
Masonit tuval üzerine yağlıboya,
50x70cm © Haziran2021

    Resimde parlaklık ve karanlık arasındaki vurgulu kontrast, keskin karşıtlıklar yaratacak biçimde düzenlenmiş ışık-gölge dağılımına Chiaroscuro denir. İtalyanca chiaro (parlak) ve oscuro (karanlık) kelimelerinden gelir. Işık ve karanlık dengesinin izleyicinin algısında yarattığı etkiyi kullanan bir resmetme tekniğidir . Antik Yunanistan'da 5. yüzyıla kadar uzanıyor. Rönesans  döneminde Leonardo da Vinci'den Raphael'e, Barok dönemde ise Caravaggio'dan Rembrandt'a kadar pek çok ressam tarafından  kullanıldı. İzleyicide yarattığı ruh hali açısından değerlendirildiğinde rönasans dönemi ressamları bu tekniği sakin ve dingin sahneler yaratmak için, barok dönemde ise drama ve entrika yaratmak için kullandı. Devam eden dönemlerde de örneğin Rocco dönemi boyunca, Fragonard ve Watteau gibi sanatçılar, Romantik dönemde ise pekçok empresyonist ressam ağır gölgeler ve tek bir ışık kaynağı kullanarak Chiaroscuro tekniği ile eserler oraya çıkardı.

 İtalyan Rönesansı’nda ışık ve gölge arasındaki tezatlığın vurgulandığı chiaroscuro adlı teknik, Michelangelo Caravaggio sayesinde Maniyerist dönemde yaygınlık kazanarak Tenebrizm adını aldı.   

    Chiaroscuro, gölgeler oluşturarak gerçekçi bir üç boyutlu efekt oluşturmak için kullanılır. Öte yandan, tenebrismde, drama yaratmak için kasıtlı olarak resmin en alt kısımları karanlık tutulur. Temelde, ayrım ışığın tipindedir. Chiaroscuro bir konuyu aydınlatır ve boyut yaratmak için gölgeler oluşturur. Tenebrism, bir konuyu sanki yoğun ve dar bir spot ışığı altındaymış gibi aydınlatmak için tuvalin yalnızca birkaç küçük alanını aydınlatır. Bazı resimler, özellikle Caravaggio'nun resimleri, bu iki tekniği aynı anda içerir.Tenebrizmde genellikle koyu bir arka plan tercih edilerek önündeki figürler lokal bir ışıkla aydınlanır.

    Figürlerin bir kısmı ışıkla belli edilip, geriye kalan kısımların karanlık içinde bırakılmasıyla uygulanan  tenebrizm tekniğine Öfke temalı yağlı boya tablomu çalışırken rastladım. Aslında uzun zaman elime alamadığım fırçalarımı gelişigüzel tuvalin üzerinde gezdirirken içimdeki isyanın dışa vurumuyla tablonun zeminini siyah ve yeşil karışımı bir renkle tamamen boyadım. Yeşil her zaman sevdiğim içimde yaşadığım tüm mutsuzluklara inat ölmeyen umudu, siyah ise o umudu yok etmeye and içmiş  karanlığı tuvale yansıttı. Fırçalarım karanlık ve aydınlığı o zemin üzerinde birer objeye dönüştürerek içimde varolan ÖFKE ile yüzleşmemi sağladı. 

    Kişinin kendi varoluşunu tamamlaması, hayat amacını bulması ve kendisi için yapılması gereken şeyleri yaparak hayatın akışı içinde olması, kendine duyduğu sevgiyi arttırır, duygu ve düşüncelerini olumlu yöne kanalize eder. Ancak ne yazık ki hayatın getirdikleri her zaman kolaylıkla tolere edilebilir olamaz. Olmayı istediğimizle, olanın karmaşası içten içe  dışa yansıtamadığımız ama içeride yığılan öfke dağlarının  oluşmasına sebep olur. Zaman zaman uğradığımız haksızlıklar, incitilmeler, tehditler, sevdiklerimizin kayıpları, saygı duyduğumuz değerlere yapılan saldırılar, hissetirilen değersizlikler, maruz kaldığımız aşağılanmalar, kendimizi ifade edemediğimiz zamanlar, yorgun, savunmasız hissettiğimiz yada uğradığımız hayal kırıklıkları, içimize hapsettiğimiz öfkenin dışarı taşmasına engel olabilsek bile içerilerde bir yerlerde buzdağlarına dönüşür. Biz istemeden bilinçaltımızda biriken dağları yıkmaya, yıkamayınca öfkelenmeye, öfkelendikçe yeniden savaşmaya uğraşıp dururuz. En başedilemez duruma geldiğinde istemsizce dışarı taşan öfkemizle ya dışa vurum yaşıyor yada bununla mücadele etmeye çalışıp bedenimize hasar veriyoruz. Ortaya çıkan sonuç ise dayanılmaz bir tatminsizlik, mutsuzluk, yaşama sevincinin yok olması ile depresyonun kapılarını aralıyor. Çünkü soruna değil kendimize yöneliyoruz, Yaşananları kişiselleştiriyor yükü tek başımıza omzumuza alıp devam etmeye çalışıyoruz, içimizden taşanı yutup, ağırlığıyla yaşamaya mahkûm oluyoruz. Bu durumdan kurtulmanın  yolu  paylaşmaktan geçiyor. Eğer duygunu kişiselleştirmekten kurtulup, buna neden olana yöneltirsen, öfkeyi içinde varolan umudun içinde eritebilirsen, öfkenin ördüğü karanlık duvarları yıkıp kendini özgürleştirebilirsin. Yapılması gereken adımlar, öncelikle değişimi istemek ve kendini sorgulamak olmalı. Öfke ile yüzleşmek, yaşanılan durumlara farklı açılardan bakmayı denemek, şimdiye odaklanmak ve şimdide yaşamak,kabullenmek, geçmişi affetmek, kendini dinlemek gerçek ben ile tanışmak, sahip olmadıklarınla üzülmek yerine sahip olduklarınla mutlu olmak. 

    Bu farkındalıkları eyleme geçirebilirsek, hayatın akışı içinde yerimizi bulup, umudun içimizdeki öfkeyi yenmesini sağlayabiliriz. Ancak böylelikle daha mutlu, daha özgür, daha sevgi dolu  ve daha dengeli bir ben ile tanışabiliriz. Eğer biri size bunun kolayca başarılacağını söylerse inanmayın. Ama içinizdeki umudun ışığına da güvenin. O yolunuzu aydınlatacaktır...


28 Haziran 2021 Pazartesi

İrisler

Watercolor on paper 30X42

 Eski Yunan hikayelerinde, Yunanca iris kelimesi gökkuşağı anlamına gelir. Adını, tanrıların habercisi ve gök ile yer arasında bir bağlantı olarak kabul edilen, gökkuşağında seyahat eden ve sevginin, cennet ve dünya arasındaki barışın habercisi olduğunu gösterenYunan Tanrıçası 'İris'den almıştır.
 En derin inanç, umut ve hayranlık mesajınızı iletmek için kelimeler yeterli olmadığında; İrisler sizin için gerekeni yapacaktır. Bu eşsiz ve zarif çiçek, asaleti ve yeni başlangıçları sembolize eder. Çiçeklerin dilinde, İris çiçeği aynı zamanda tutkuyu, kararlılığı ve zorluklarla savaşmak için amansız umudu simgelemektedir. Mutluluk , sevgi, nezaket ve saygının da güçlü bir sembolüdür .O nedenle yüzyıllarca kadim bir gelenek halinde mezarlara İris çiçeği ekilmesinin sebebi, sonsuzluğa uğurladığımız sevdiklerimizle iletişim kurma isteğimiz olsa gerek...

26 Mart 2021 Cuma

Yalancı Bahar

 

Bahçedeki bahar!

Sende mi kandın 

Bir gülüşle güneşi satın alırım sandın...

Umudu sol cebine koyan!

Sırtında kışları taşısa da

Umudu  yüreğine sarıp

Ilık rüzgarların esintilerini,

Günü gelir güneşin doğuşunu kucaklar mı sandın...

DS

Tüm dünya ‘vazgeç’ dediğinde umut fısıldar:..Bir kez daha dene..

17 Mart 2021 Çarşamba

Satrançtan Hayat Oyununa

Siyah&Beyaz
Resim Kağıdı üzerine Karakalem
30X42 Şubat,2021   
   
    Satranç; hayatın 64 kareye indirgenmiş prototipidir. Oyununun oynandığı satranç tahtası 32 Siyah ve 32 beyaz karelerden oluşur. Aynı hayat denen oyunda olduğu gibi, bu siyah beyaz kareler, yaşamın siyahları beyazlarıdır. Beyaz; iyiyi, aydınlığı, masumiyeti ve saflığı ifade ederken, siyah kötüyü, karanlığı ve acıyı temsil etmektedir.Biri diğerinin nedeni olarak vardır. Yunan düşünür Herakleitos'a göre iyiliğin varolması için kötülüğün, ışığın varolması için karanlığın, tokluğun varolması için açlığın olması gereklidir. Bu diyalektik anlayış, temel düşünesini Kant’tan alan ve Hegel'in geliştirdiği ''gerçekleri oluşturan kavramların her biri karşıtını kendi içinde taşır'' felsefesini yaşamın merkezine koyar.

    Eski bir Kızılderili hikayesinde, birbirleriyle boğuşup duran biri beyaz, diğeri siyah iki kurt köpeğini izleyen çocuk, yaşlı reise kabileyi korumak için neden bir köpeğin yeterli olmadığını, ikinci köpeğe neden ihtiyaç olduğunu sorar. Reis onların iyiliğin ve kötülüğün simgesi olduğunu, iyiliğin ve kötülüğün de içimizde sürekli mücadele edip durduğunu, hangisini daha iyi beslersen, onun kazanacağını söyler.

    Evrende hareket olması için zıtlıkların varlığına ihtiyaç vardır 

    1759 yılında Adam Smith ‘Ahlaki Duygular Kuramı’ kitabında  diyalektik felsefeyi temel alarak 'ben' ile 'diğer ben' arayışını irdeler. Ona göre insan, kendisini diğeri ile paylaşmak, kendisini diğerinde inşa etmek ister.  
      
    Resim yapmayı çocukluğumdan beri çok severim. O günlerden hatırladığım en  mutlu olduğum zamanlar annemin önüme koyduğu rengarek boyalar, boyama defterleri, kağıtlar kalemler arasında geçirdiğim zamanlardır. Zamanın nasıl geçtiğini anlamadan bütün bir gün resim yapardım. İlk atkuyruklu kız çocuğu resmi yaptığım günü hatırlıyorum. O resim hafızama kazılı.
       
    İlkokul 1. sınıfta  okuma yazmayı söktüğüm o gün 4 ekim günü hayvanları koruma günüydü ve ben bir kedi resmi yapıyordum. O kedi de hafızamda tüm güzelliği ile duruyor. 

    Uzun bir süre ara vermiştim çok sevdiğim resim yapmaya. Elim ne kalem ne de fırça tutamadığı onca karanlık yılın ardından, resme geri dönme zamanının gelmesini bekledim durdum. 


Resim Kağıdı üzerine Karakalem
30X42 Şubat,2021
     Stefan Zweig Satranç oyunundan, 'dünyaya hangi tanrının getirdiği kimsece bilinmeyen tek oyundu' diye bahseder.  

'İki Ben’imden her biri, yani Siyah Ben ve Beyaz Ben birbirleriyle rekabet etmek zorundaydılar ve her biri kendi adına galip gelmek, kazanmak için kendini bir tutkuya, sabırsızlığa kaptırıyordu…” 

    Satranç oyununda da, hayat oyununda olduğu gibi yenmek yada yenilmekten daha önemli olan mücadelenin içinde olmaktır. Yenilgilerimiz bize bunu öğretebilecek en büyük güçtür. 

    


Bunca yıl sonra geriye dönüp baktığımda hayat oyununun bana öğrettiği en büyük ders, kendi içine bakmanın, hünerlerin en büyüğü özündeki kusurları , yanılgıları bulmanın, görmenin , bilebilmenin ise en büyük erdem olduğuydu,


Resim Kağıdı üzerine Karakalem
30X42 Şubat,2021
Resim Kağıdı üzerine Karakalem
30X42 Şubat,2021











 

13 Mart 2021 Cumartesi

Ekmek Kavgası



Tuval üzerine yağlıboya 50X70- ©Şubat 2021
   
     Ekmek Kavgası
                                                                     Tuval üzerine yağlıboya 50X70 ©Şubat 2021                                     

''Durgun denizin minik dalgacıkları üzerinde, güneşin altın gibi ışıldadığı pırıl pırıl bir sabahtı.  Sahilden bir mil uzaklıkta, denizi kucaklarcasına ilerleyen bir balıkçı teknesi, martılara kahvaltı zamanının geldiğini haber veriyordu. Binlerce martı, bir lokma yiyecek için mücadeleye girişmişti bile. İşte zor bir gün daha başlıyordu.''


Richard Bach, Martı kitabında Jonathan Livingston metaforu üzerinden, dayatılmış, kurgulanmış, sınırlanmış bir yaşamın dışında, keşfedilecek, öğrenilecek, sınırları zorlayarak aşılabilecek, özgürleşerek anlam katılmış bir yaşamın yaratılabileceğini, yaşanabileceğini anlatır. Dünyaya gelme amacının sadece balıkçıların attığı ekmekleri yemek olmadığını düşünen ve hep daha iyisini arayan Jonathan Livingston gibi  kalbinin sesini dinleyen, hayata anlam katabilmiş, bu hayatta göründüğünden daha fazlası olduğunu bilen insanlar her zamankinden daha yüksek ve hızlı uçacaklar. 



Hepimizin içinde yaşayan gerçek Martı Jonathan'a



26 Şubat 2021 Cuma

Narkissos

Narkissos
Resim kağıdı üzerine sulu boya

''Karanlık azalacak, aydınlık yayılacak bundan böyle; ağır ağır, günden güne...
Sonunda sabaha, ışığa, bahara kavuşacağız; 
yara bere içinde...''

    Kışın soğuk ve kasvetli günlerinin ardından, baharın ılık ve güneşli günlerinin gelmesi ruhumuza da çocuksu bir sevinç, aydınlık veriyor.  Kararmış, daralmış,yaralanmış ruhum,daracık çatlaklardan süzülen zayıf ama parlak bir ışık hüzmesinden aydınlanıp, çok derinlerden dışarı çıkmaya çalışan ilhama dönüşüyor. Beni mutlu eden ise, bu ilhamla uzun bir zamandan sonra elimin tekrar fırçayı tutabiliyor olması...

    Atölyenin bahçesinde güneş parladıkça, enerjisini sadece insanlara değil tüm canlılara yaydığını gözlemliyorum. Üzerimize  karabasan gibi çökmüş karanlığın, karamsarlığın, umutsuzluğun enerjisi dağılıp aydınlığın, iyimserliğin, umudun enerjisine dönüşüyor. Doğaya dikkatle baktığınızda tüm canlılarda başlayan canlanmayı görebiliyorsunuz.

  Bahçede soğuk kış günleri boyunca kış uykusunda olan gülün uyanıp tomurcuklanmaya başladığına, yine geçen bahardan beri boş duran kuş yuvasına bir kumru ailesinin yerleştiğini ve üstelik iki küçük yumurta ile yeni doğacak bebeklerini beklediklerine şahit olmak, hayata olan bağlılığımı arttırıyor.



    Bahçede mis kokusuyla çiçeklerinin ihtişamıyla, tartışmasız güzelliğini duyularımıza cömertçe sunan nergis çiçeklerini görünce dayanamadım. Çiçeklerinin ağırlığını incecik dalı kaldıramamış olsa gerek , iki dal sapından eğilmiş görünce bu iki dalı koparıp daha uzun yaşaması için bir bardağa suya koydum... Yetmedi sonsuza kadar yaşaması içinse resmini yaptım.  
Ve ben galiba ölümsüzlüğün sırrını buldum...  


   Nergis, filizlenen ilk tohumlardan biri olduğu için baharın gelişini müjdeler. Nergis çiçeğinin antik yunan tanrıları ile ilişkilendirilen bir hikayesi var. 

     Narkissos (Nergis) sudaki yansımasına âşık olup, aşkından eriyip,  nergise dönüşen bir gencin öyküsüdür. Yunan mitolojisinde Ovidipus ‘un aktardığı hikayeye göre, Narkissos, Su Perisi ve Nehir Tanrı’sının oğluydu. Narkissos’un güzelliği onu gören herkesi hayran bırakırdı. Ancak o kimseye yüz vermez, hepsini reddederdi.

    Bir gün Olimpos dağının perilerinden Ekho ona görür görmez aşık olur, Ancak Narkissos bu sevgiye karşılık vermeyerek, peri kızının yanından uzaklaşır. Echo kendisini bu aşka öyle bir kaptırır ki,  günden güne eriyerek sonunda kendisinden geriye sesten başka hiçbir şey kalmaz ve  bir gün onun da kendi gibi karşılıksız bir sevgiye yakalanmasını dileyerek yok olur. Bedeni kayalara, sesi ise bu kayalarda ‘eko’ dedigimiz yankılara dönüşür.

    Olimpos dağında yaşayan tanrılar bu duruma cok kızar ve Narkissos’u cezalandırmaya karar verirler. Günlerden bir gün intikam tanrıçası Nemesis, Ekho’nun dileğini yerine getirir
ve sıcak bir günde çeşmeden su içmek için Narkissos’un suya eğilmesini sağlar. Suda kendi yansımasını gören Narkissos gördüğü güzellikten gözlerini bir türlü alamaz ve kendine aşık olur. Narkissos ellerini bu kusursuz güzelliğe doğru uzatır ama dokunamaz. Aynı Ekho gibi Narkissos da günden güne aşkından erimeye başlar ve orada sadece kendini seyrederek bulunduğu yere kök salarak açılmış bir çiçeğe dönüşür. Bu çiçek Narkissos yani Nergis'tir.

Ruhumuza nergis çiçeği açtıranlar olsun etrafımızda...

Sevgiyle kalın


18 Şubat 2021 Perşembe

Mr Snowy


Bu hızla dönen dünyanın üzerinde,

Birbirinin üstüne devrilen günlerin arasında

ve gazete haberlerinin, konuşmaların,

tartışmaların arasında

kavgaların, ölümlerin ve mezarların arasında

öyle kıpırtısız, öyle bitkin

ve öyle düşünceli oturuyordu ki,

karın yağdığını fark etmedi...

Burnu havuçtan artık, gözleri kömür!

Barış Bıçakçı'nın Derin Düşünce şiiri yakıştı dün iki saatte yağan ve ancak bir kaç saat dayanan yoğun kar yağışı sonrası yaptığım Kardan Adama. 

Tanıştırayım. Mr Snowy. 

Günlerdir meteorolojinin tahminleri doğrultusunda  Rusya'dan gelecek ve İstanbul'da başlayacak son yılların en yoğun kar yağışını bekliyorum büyük bir heyecanla. 

Karı çocukluğumdan beriçok severim. Çocukluğumda sıcacık kaloriferin üzerine oturup annemin getirdiği kakaolu sütümü içerken, yağan karı seyreder, havada uçuşan kar tanelerinin yeryüzüne inen melekler olduğunu düşünürdüm. Annem soğuk almamdan korktuğu için hemen dışarı çıkıp kartopu oynamama izin vermez, havanın yumuşamasını beklerdi. 

Yaşım biraz daha büyüdüğünde her kış dizlerimize kadar yağan karda arkadaşlarla kartopu savaşları yapmak en büyük eğlencemizdi. 

Üniversiteye başladığım yıllarda İstanbul Ankara arasında Mavi trenle kış mevsiminde çok seyahat ettim. El değmemiş doğanın içinde bembeyaz karlarla kaplı manzaralar hala tablo gibi gözümün önünde. O kadar soğuk olurdu ki, bir seferinde trende cama başımı yaslayıp uyuya kalmıştım. Uyandığımda saçlarımın buzlanmış pencereye yapıştığını hatırlıyorum. 

Ankara'da da kar bir başka güzel yağardı. Okula arkadaşlarla birlikte giderdik. Birbirimize söz vermiştik. Ankara'da ilk kez yapıp çok eğlendiğimiz gibi, her yıl ilk kar yağdığı gün pastaneden elma şekeri alıp yiyecğimize. Onlarla mezun olup Ankara'dan ayrıldıktan sonra yollarımız da ayrıldı. Ama ben o sözümüzü hiç unutmadım. 

Evlendikten sonra önce eşimle, sonraları çocuklarla birlikte her sömestr Uludağ'a giderdik. Ben bembeyaz karların nefti yeşil yapraklı çamların aralarına yerleşmiş güzelliğini, huzurla hissedilen doğanın sessizliğini ve bembeyaz karların üzerinde kayarken hissettiğim o özgürlük duygusunu başka hiçbir yerde  yaşamadım. 

Şimdi ise kar yağsın diye gökyüzüne bakıp meleklerin yeryüzüne inmesi için beklerken buluyorum kendimi. O nedenle meteorolojinin özellikle  İstanbul'da hava sıcaklığında mevsim normallerine kadar sert bir düşüş gözleneceği, 14 Şubat Pazar gününün ilk saatlerinden itibaren etkili bir kar yağışı olacağı, hatta İstanbul’un 1985 ve 1987 yıllarında yaşadığı efsanevi kış  kadar ağır şartlar oluşabileceği yolunda uyarıları ile heyecanla bekledim, bekledim, bekledim. Oysa kar yağıyor, hava soğumuyor, yağan kar çatıları örtsede yere düşer düşmez eriyordu. 

Günler sonra dün sabah sadece 2 saat kadar tipi gibi yoğun kar yağışı başladı. İşe gitmek için dışarı çıktığımda ayaklarımın altında ezilen karın sesi, neşemi yerine getirdi. Etraf sessiz, hava soğuk ama yumuşacıktı. O neşeyle resimde gördüğünüz kardanadamı yaptım. Ama kar o kadar yumuşaktı ki öğlene doğru ne kar kalmıştı ne de kardanadam.

Yaşadığım hayal kırıklığını anlatamam. 

Ne yazık ki çocuklarımıza kendi çocukluğumuzda yaşadığımız kar sevincini bile yaşayamaz bir dünya bırakıyoruz. Doğa, ona ihanetimizin bedelini, bize bahşettiği küçük mutlulukları elimizden alarak ödetiyor. Yaşadığımız pandemi süreci, yaşamlarımızın birbirine bağlı, herbirimizin birer domino taşı olduğumuz gerçeğini yüzlerimize çarptı.  Aynı domino taşlarında olduğu gibi, sadece bir tek taşın hareketi,  diğer bir taşın hareketini tetikler ve bu olay da bir başka benzer olayı tetikleyerek, ard arda dizilmiş domino taşları gibi yıkılarak domino etkisini yaratır. Hepimiz birbirimize görünmez bir bağ ile bağlıyız. Dünyada hepimiz biriz ve bu gerçeği unutmadan, doğaya saygı, sevgi, birlik ve sağduyu ile davranmamız gerektiği bilincine ulaşmamız gerektiğine inanıyorum.

Yoksa çocuklarımız 
Nasıl hayal edecekler, gökyüzünden inen meleklerin tüm kötülükleri temizledikten sonra buharlaşarak geldikleri yere geri döndüklerini ve tekrar aşağıya inmek için sıralarını beklediklerini, 
Nasıl bilecekler, yüzlerine, ellerine düşen minicik kar tanelerinin onlara söylemeye çalıştıklarını,
Nasıl öğrenecekler, kar taneleri gibi birbirlerine zarar vermeden de yol alabilmenin mümkün olduğunu,

Hayal edemeden, bilemeden, öğrenemeden beyazı hiç göremeden büyüyecekler ...
İzin verin, çocuklarımızın da kar beyazı kaplasın yüreklerini…

Sevgiyle kalın…



7 Şubat 2021 Pazar

Daha kaç sabah kaldı?

''Güneşli bir günün sabahıydı, üstelik tatil günüydü. Her zaman mutlulukla başlarım böyle günlere diye düşündüm. Ailemin benim dışındakileri henüz uyuyorlar haklı olarak, fazladan uykunun tadını çıkararak, oysa ben bu güzel sabahı paylaşmak istiyorum onlarla, ancak kıyamıyorum uyandırmaya. Duygularımı yaşarken duyamadığım kuş seslerini duydum aniden. Anı yaşamak, farkına varmak, hoş zamanların, seslerin, görüntülerin, onlar uykuya devam ederken güneşli bir günün erken sabahının sessizliğinde doğayı dinlemeye bırakıyorum kendimi küçücük gibi görünen ama çok önemli ayrıntıların yarattığı mutluluğu hissederek...''


Bu paragraf bundan sekiz sene önce 52 yaşında daha kaç sabahının kaldığını bilmeden hayatın kışında yaşamın baharında kanser hastalığıyla savaşan güzel bir adamın kaleminden tüm saflığıyla gözlerimize, ruhumuza ve yüreğimize yansıyan duygular sağanağı. 

Şimdi ölümünün üzerinden onunla kutlayamadığın doğum günlerinin sekizinci yılında şubatın tam 7 sine girdiği anda ister istemez onu düşünüyorsun. 

Aynı Paul Auster'ın Winter Journal (Kış Günlüğü ) kitabında yazdığı gibi gerçek kazaların açtığı fiziksel yaralardan; bir çivinin yüzünde açtığı yırtıktan, bir arkadaşının dişleriyle kafasında deştiği yarıktan, kanayan burunlardan, bükülen kollardan, arı sokmalarından, kırılan omuz kemiğinden ve ‘diğer’ kazaların açtığı kalp yaralarından bahsederken annesinin ölümden sonra onun ölümünün karnına arka arkaya indirdiği yumrukların neden olduğu ‘iç’ kanamalarının acısını hissederek...

Winter Journal (Kış Günlüğü ) adlı kitabını yazdığında 64 yaşında olan Paul Auster, çoğu gitmiş azı kalmış bir yaşamla hesaplaşırken çokca bahsettiği ölümü“yaşamanın başladığı bedenin ölümü” olarak tanımlıyor. Annesini “denizler dalgalanmaya başladığında sarıldığı kaya” olarak gören bir erkek çocuğunun gözünden annenin ölümüyle -aslında yaşamıyla- hesaplaşıyor sayfalarca. 

“Doğum günlerinizi hep birlikte kutlardınız, şimdi annenin ölümünden dokuz yıl sonra bile saat şubatın ikisinden üçüne geçtiği anda ister istemez onu düşünüyorsun.''
 

''Aksırmak ve gülmek, esnemek ve ağlamak, geğirmek ve öksürmek, kulaklarını kaşımak, gözlerini ovuşturmak, burnunu hınkırmak, boğazını temizlemek, dudaklarını ısırmak, dilini alt dişlerinin arkasında gezdirmek, ürpermek, osurmak, hıçkırmak, alnındaki teri silmek, parmaklarını saçlarının içinden geçirmek – bu şeyleri kaç kez yaptın? Kaç kez taşa çarpmış ayakparmağı, kaç kez ezilmiş parmak, kaç kez bir yerlere çarpmış kafa? Kaç tökezleme, kayma, düşme? Kaç kez göz kırpma? Atılmış kaç adım? Elinde kalemle geçirilmiş kaç saat? Kaç kez öpmek ve öpülmek? Bebeğini kollarının arasında tutuyorsun. Karını kollarının arasında tutuyorsun.Yataktan kalkıp pencereye giderken soğuk yer döşemesine çıplak ayaklarınla basıyorsun. altmış dört yaşındasın. dışarıda hava gri, neredeyse beyaz, görünürde güneş yok. kendine soruyorsun:                             Daha kaç sabah kaldı?                                                             

Bir kapı kapandı. bir başka kapı açıldı. hayatının kışına girdin."


Bu cümle mıh gibi kazınıyor zihnime...Brooklyn kışlarının soğuğu kalbimi dondururken, Mim'in sözcükleri yüreğimde kora dönüşüyor.


"Bunun hiç başına gelmeyeceğini, gelemeyeceğini, dünyada bunlardan hiçbirinin başına gelemeyeceği tek kişi olduğunu sanırsın; sonra tıpkı herkese olduğu gibi hepsi teker teker senin de başına gelmeye başlar.
 İş işten geçmeden konuş şimdi ve söyleyecek başka hiçbir şey kalmayıncaya kadar da konuşabilmek umudunu taşı. Ne de olsa zaman azalıyor. Belki de şimdilik hikayelerini bir yana bırakıp hayatının anımsadığın ilk gününden bugüne kadar bu bedenin içinde yaşamanın nasıl bir duygu olduğunu incelemeye çalışsan iyi olur.'' diyor Auster. 

Zaman azalıyor olsa da, geçmiş geçmiş, gelecek de henüz gelmemiştir.Yaşanan tek an, şu andır.
Oysa insan yaşarken bunun  en son farkına varıyor. İçinde yaşadığı anın kıymetini zamanla, zamanı azaldıkça öğreniyor.

Akıl kuşum kulağıma ''Bırak, geçmiş hoş bir anı olarak kalsın ve gelecek umutla dolsun''diye fısıldıyor. Mutluluğu yalnızca şu anda yaşa. Mutluluk  bir an kadar kısa, bir an kadar uzundur.

Çünkü her gün, başlı başına bir hayattır. 
 
Söz uçar yazı kalır. Doğum günün kutlu olsun Mim'im



10 Ocak 2021 Pazar

Bir devir bitti, annem gitti...

Bir devir bitti, annem gitti...


6 yıldır her güne uyandığında geriye sayımı başlamıştı. babam gittiğinde...O güne kadar hep koşturmuş, önce yeğenleri için, sonra cocukları için, sonunda torunları için yaşamış, hiç bir zaman ağzından bir ''of'' , ''yüksek bir ses''çıkmamış her zaman azla yetinmiş, mutlu yaşamış, etrafı son altı yılına kadar sevdikleriyle dolu olmuş, iyilik timsali, zarif, ince ruhlu, zevk sahibi bir insanı, hayatım boyunca tanıdığım en melek insanı kaybettim ben. Sebep olanları Allaha havale ediyorum. Pamuklara sarıp kendimden bile sakındığım annem, bu  covid belasından korumaya çalışırken en güvenli dediğim yerde covide yakalandı. 8 gün içinde avuçlarımdan kayıp gitti engel olamadım. Oysa ne badireler atlamıştık, şans hep yanımızda olmuştu. Bir sefer olmadı. Belki de elveda demenin zamanı gelmişti... 

Annemi nasıl anlatacağımı, daha doğrusu bunu kelimelere nasıl sığdıracağımı bilemiyorum. İnsan olmanın gerçeğidir hayatın iki kapısı olan bir yolculuk olması ve herkes bir gün annesini kaybeder. Ama hissedilenler aynı mıdır? Abraham Lincoln''Bana okuduğum kitapların en güzelinin hangisi olduğunu sorarsanız, söyleyeyim: Annemdir '' demiş. 

Chicago’da yaşayan Türk genetikçi Hande Özdinler, annesinin vefatından sonra yazdıklarında ne kadar haklı. ''Hayat enerjimiz annelerimizden geçiyormuş,Evet, anneler vefat edebilir ama asla ölmez! 15 Ağustos sabahı vefat etti annem, elimden bir su tanesi gibi kayıp gitti. Eşinin yanına, toprağın içine, sanki bir tohum eker gibi nazikçe, dualarla bıraktık. Ama annemin mitokondrisi bende kaldı.. Benim her hücremde, annemin mitokondrisi var. Her nefes alışımda, her kalp atışımda, her elimi uzatışımda, her düşüncemin başlangıcında, ne için enerji harcıyorsa bu vücudum, işte orda annemin mitokondrisi var.İnsanın başlangıcı olan o ilk iki hücrenin yumurta olanı, büyük ve zengindir.İçinde bir hücrenin yaşaması, çoğalması, değişmesi için gerekli olan her şeye ve bir ömür gerekli olacak enerjiyi üretecek mitokondriye de sahiptir. Mitokondri hücre içindeki organellerin en karmaşık ve ilginç olanlarından biri. Kendine has DNA’sı var, kendine özgü kişiliği var, kendisine has proteinleri var, çalışma mekanizması ve prensibi var.Hem enerji üretir hem hücreyi ölümlerden korur, bölünür, çoğalır, hücre içinde dolaşır, nerede enerji lazım oraya gider.Hücre içinde sanki annemizmiş gibi çalışmaya biz ölünceye kadar devam eder. Ve her kadın, mitokondrisini çocuğuna armağan eder, dolayısıyla hayat enerjisi anneden anneye geçer.Mitokondri, hücreye enerji veren, canlı olmasının temelini sağlayan organeldir; babadan değil, anneden gelir. Anne, her çocuğuna enerjisini verir. Enerji üretme mekanizmasını verir. Harcanan her enerji, annenin çocuğuna verdiği mitokondriden gelir.Dolayısıyla anneler vefat edebilir ama anneler ölmez! Biz farkında olmadan, annelerimizi, gizli bir şifre gibi her hücremizin içinde taşırız. Annemiz vefat etse de bize enerji vermeye devam eder.Bu yüzdendir ki kim nerden gelmiş, kim kimin atası diye insanlık tarihi araştırması yapıldığında erkeğe değil, kadına bakarlar.Analarımızın mitokondri DNA’sına, o DNA’nın nerelere gittiğine, kimlerden kimlere geçtiğine bakarak yaşam enerjisinin haritasını çıkararak bilirler kimiz ve nereden geldik.''

Mezardan Sesler adlı eser ise, Halit Ziya'nın çok sevdiği annesi Behiye Hanım'ın vefatından duyduğu derin üzüntüyle ölüm ve yaşam üzerinde düşünmeye başladığı günlerde kaleme alınmıştır. "Bir gece, bir koyu karanlık gece ki, kara gölgeleri birbirinin üzerine yığılarak siyah sulardan tahaccür etmiş buz tabakaları gibi etrafa setler çekmiş olsun. Bir orman, sernalara bir isyan tehevvürü ile köpürerek yükselmiş bir orman ki, beşeriyetİn küçük bir parmağına bile müdahale hakkını vermeyen sık ağaçlarının, birbirine dolaşmış sarmaşıklarının, çalılarının arasından bir ufak yıldıza bile tebessümünün tesliyet huzmesini akıtmasına imkan bırakmıyor olsun. Bu gece ile bu ormanın korkunç zulmetleri içinde görmeyen gözlerle, tutunamayan ellerle, sendeleyen ayaklarla, etrafında fısıldayan esrar nefeslerinden ürkerek, yüzüne buzlu temaslarla çarpan gece siyahlıklarından ürpererek geçilecek bir yol, başını koyacak bir kütük, sırtını verecek bir lütufkar ağaç bulmaktan aciz bir yolcu ... Bir biçare insan ki idrilkinin bütün kuvvetini, kulağının bütün hassasiyetini, önünden, arkasından, başının üstünden esen soğuk bir rüzgar içinde esrar ile, garaib ile dolu bir varlığın muammasını sarfediyor. Heyhat!.. Bütün bu siyah gece, bu siyah orman içinde muhtazır fakat mütelatim bir hayatın nefesiyle titriyor; etrafında hava tabakalarının kanatlarla, ayaklarının altında toprakların hışırdayan cevelanlarla ihtizazını işitiyor. Gövdelerinin sütunları siyahlar içinde daha siyah bir mabedin acayip korkunçluğu ile beliren ağaçların arasından kendisine haşyet veren nazariarını dikmiş gözlerin ışıldadığına dikkat ediyor. Her tarafta karanlıklara sinmiş, hiç bir zaman elle tutulamayacak, mahiyeti aniaşılamayacak bir varlık ki muammasının mehabeti karşısında; nihayet mağlup ve perişan, ellerini yüzüne kapayarak diz üstü çöküyor ve aczinin hiçliğine ağlıyor.''

 Cemal Süreya’nın şiirlerinde annesini genç yaşta kaybetmesine bağlı olarak kadın imajının anne ile bütünleştiği görülmektedir . Vecihi Timuroğlu merak edip sorar: 

"Yahu Cemal, beni öp sonra doğur beni nasıl bir laftır? önce doğurur sonra öper annen?"

Henüz altı yaşındayken annesini kaybeden Cemal Süreya cevap verir: "İyi de abi, anne sevgisi nedir bilmedim ki, öpsün hele bir önce..''

BENİ ÖP SONRA DOĞUR BENİ

Şimdi utançtır tanelenen sarışın çocukların başaklarında.

Ovadan gözü bağlı bir leylak kokusu ovadan çeviriyor o küçücük güneşimizi.

Taşarak evlerden taraçalardan gelip sesime yerleşiyor.

Sesimin esnek baldıranı sesimin alaca baldıranı.

Ve kuşlara doğru fildişi: rüzgarın tavrı.

Dağ: güneş iskeleti.

Tahta heykeller arasında denizin yavrusu kocaman.

Kan görüyorum taş görüyorum bütün heykeller arasında karabasan ılık acemi

- uykusuzluğun sütlü inciri - kovanlara sızmıyor.

Annem çok küçükken öldü

beni öp, sonra doğur beni.

Günümüz yazarlarından Murat Gülsoy (2013) da ölüm döşeğindeki bir yazarın bunama sürecini anlattığı Nisyan adlı romanını ailesinde yaşanan kayıpların ardından yas tuttuğu bir dönemde yazmıştır. Gülsoy, kitabın serüvenini “Hele bu insanlar sizin birinci dereceden yakınlarınızsa ve sizi siz yapan kişilerse durum daha da çapraşık bir hal alıyor. O insanların bedenlerinde, davranışlarında, duygulanımlarında kendinizden parçaları görüyorsunuz. Bu çok tedirgin edici, sarsıcı bir deneyim.Süreklilik belki de ilk kez bu kadar can acıtıcı oluyor. Tabii ortamda bir de ölüm var. Gençlikte ve çocuklukta sizden çok uzak olan ölüm hasta ve yaşlı evinde gündelik bir konuya dönüşüyor,  bir hikaye gibi algıladığınız ölüm doğallaşıyor ve bu da insanı sarsıyor. Ölüm, delilik, bellek,algılarımız, aklın yanılsamaları her zaman üzerine düşündüğüm konulardı. İnsan kendi yok oluşunu,zihninin yokluğunu kolay kolay idrak edemiyor.” şeklinde ifade etmiştir.

Ünlü sosyoloji ve felsefe profesörü Theodor W. Adorno  iyi bilinen bir Alman şarkısının sözlerine gönderme olarak yazdığı esere ''Çimenli Tümsek'' adını vermiş.

(Der liebste Platz den ich auf Erden hab / das ist die Rasenbank am Elterngrab)                        

 Yeryüzünde sahip olduğum en sevgili toprak / Anababamın mezarı olan çimenli tümsektir...


Daha niceleri var bu örneklerin. Annemin arkasından yaşadılarım bu güne kadar yazılmış, bestelenmiş, resmedilmiş tüm kayıtların hepsini içeriyor. Her ne kadar anne ve babanın kaybı yaşamın doğal birer parçası olsa da bir taraftan annemin yasını tutarken diger yandan ölümlülük gerçeği ile yüzleşiyorum. Nefes aldığım her gün, leylak ağaçları her bahar çiçek açtığında, puantiyeli bir kumaşı her gördüğümde, fikrimin ince gülü şarkısını her duyduğumda, kırmızı ruj sürmüş bir dudak gördüğümde ve gül kokusunu her kokladığımda annemi hatırlayacağım. 

Şimdiden onu çok özledim.